Beşiktaş’ta Rachid Ghezzal’a af
Gurbet ve gurbetçi denince akla aile büyükleri gelirdi. Önce baba giderdi. Anne ve çocuklar eğer her şey yolunda giderse arkadan ekibe eklenirdi. Durum artık tersine döndü, şimdi gençler yurtdışına gitmenin yollarını arıyor.
Çocukluğumda yaşadığım mahallede, her aileden gurbete çalışmaya gitmiş birileri vardı. Gurbet hikayelerinin merkezinde Almanya’nın değişik şehirleri vardı. Yan komşumuz Şengül abla ve Ahmet ağabey ile çalışmaya gidip, hayal kırıklıkları ile dönmüşlerdi. Bizim ailenin gurbetçileri ise halam ve eniştemdi.
Orada zor şartlar altında çalıştıklarını ve yaşadıklarını bilirdik. Bir de halamın dokuma fabrikasında usta başı, eniştemin bir dağıtım şirketinde şoförlük yaptığını. Bizi en çok ilgilendiren kısmı, yazları Almanya’dan arabayla memlekete gelişleri ve bizim onları aile büyüklerinden birinin evinde toplanarak beklememizdi. Araba sokakta gözükene kadar, saatler geçmezdi. Yılda sadece bir kere ve 2-3 hafta görebildiğimiz için çok özlemiş olurduk.
Onlar gelince biz ailenin çocukları ve gençleri için festival başlardı. Eğlenmeyi seven ve bize çok düşkün olan eniştem ve halam, bizi sürekli iyi yerlerde yemeğe ve gezmeye götürürdü. Eniştem hasta Beşiktaş’lı olduğu için rüşvetle hepimizi Kara Kartal taraftarı yapmaya çalışırdı. Kuzguncuk’ta İsmet Baba’ya Bereç’te Çimen Kuzu Çevirme’ye götürürdü.
Alman Markı demek ki o yıllarda da bizim paraya göre daha değerliymiş. Gitmelerine yakın Kapalı Çarşı’ya alışverişlere gidilir, Malatya Pazarı’ndan kuruyemişler, tatlıcılardan badem ezmesi ve baklava, hatta Apikoğlu’ndan şarküteri ihtiyaçları alınıp hazırlıklar tamamlanırdı. Sonra da gözü yaşlı ve arkalarından maşrapalarla su dökerek uğurladığımız son gece. Bilirdik ki bir sene daha göremeyeceğiz. Federal Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan işgücünü açığını kapatmak için 1955’ten itibaren İtalya, Yunanistan ve Portekiz’den işçi alımını başlatmış. Almanya ve Türkiye arasında 1961’de imzalanan İşgücü Anlaşması ile de halamlar ve arkadaşları yola çıkmışlar. İlk kafile Kasım 1961’de Düsseldorf’a ulaşmış. İlk yıl Türkiye’den 400 işçi Almanya’ya ulaşmış. Yıllar itibarıyla rakamlar büyümüş ve bugün Almanya’da 3 milyonu aşan Türk nüfusu yaşıyor. Bugün Türkler, Almanya nüfusunda yüzde 4 ile en büyük azınlık durumuna ulaşıyor.
Almanya Wirtschaftswunder (ekonomi mucizesi) adını verdikleri ekonomik büyümesini biraz da dışarıdan gelen işçilere borçlu. Çocukluktan aklımda kalan anılardan biri de, halamın her geldiğinde beni alıp Karaköy-Tophane’de bulunan İş ve İşçi Bulma Kurumu binasına gidip işlemlerini yenilemesiydi. Halamla İşkur’u ziyaretlerimizden tam 45 yıl sonra, Tophane’de bulunan Tütün Depo’da 2021 yılında açılan ’Dikenden Sığınak’ adlı sergiyi ziyaret etmiştim. Almanya ve Türkiye arasındaki anlaşmanın imzalanmasın 60. Yılı kapsamında, Türkiye’den yola çıkıp çalışmak ve yaşamak amacıyla Almanya’ya göç eden halam ve arkadaşlarının yaşamlarını konu alan fotoğraflar, araştırmalar ve şiirlerden oluşan ve beni oldukça sarsan bir sergi.
Sebebi ise bizim sadece İstanbul’a geldiklerinde görme şansına sahip olduğumuz büyüklerimizin, orada yaşadıkları ve karşılaştıkları zorluklar konusunda ne kadar az şey bildiğimizdi. Sadece buraya izine geldiklerinde ve aileleri ile buluştuklarında ‘mutlularmış’ diye aklımdan geçirerek çıkmıştım sergiden.
Her yıl binlerce Türk ailesi bilmedikleri bir ülkeye, kültüre ve bilinmeze doğru yola çıktılar. Yine de en büyük hayalleri, çok çalışıp, para kazanıp emekli olup Türkiye’ye dönmekti. Çalışırken para biriktirip köylerinde, memleketlerinde yatırım yapanlar döndüklerinde daha konforlu bir hayatın hayalini kurdular.
O dönem sinemalarda, Almanya’da yaşayan Türklerin yaşamı ve uyum sıkıntıları ile ilgili çok sayıda film izlerdik. Almanya Acı Vatan, Sarı Mercedes, Polizei, Berlin in Berlin ilk aklıma gelenler. Ve yine aklımda kalanlardan, hep geri dönmek isteyen onlar, onları bekleyen buradaki sevdikleri, yani bizlerdik. Bizde oraya gidelim ve orada yaşamayı seçelim düşüncesi aklımızdan geçmemişti. Belki bilmediğimizden, belki de her yerde duyduğumuz ve izlediğimiz dışlanmışlık hikayelerinden. Ülkemizde okumak, çalışmak ve üretmek vardı kafamızda. En azından bizim ailede böyleydi. Babaannem, babam ve annem hep onların gelmesini istedi ve bekledi. En çok da biz çocuklar ve gençler.
Gurbet ve gurbetçi denince akla aile büyükleri gelirdi. Önce baba giderdi. Anne ve çocuklar eğer her şey yolunda giderse arkadan ekibe eklenirdi. Ya da anne ve baba önden gider çocuklar aile büyüklerinin yanlarında kalırdı. Durum artık tersine döndü, artık gençler yurtdışına gitmenin yollarını arıyor. Üniversite, master ya da farklı iş olanakları peşindeler. 50-60 yıl önce anne-babalar işçi olarak değişik ülkelere giderken, şimdi gençler yurtdışına gitmek için uğraşıyor. Özellikle son 7 yıldır Türkiye’den genç girişimciler ve kurumsaldan ayrılan üst düzeylerde, Avrupa ülkelerine bir göç dalgası başladı ve bugün de artarak devam ediyor. Her yurtdışına çıktığımda, trende, metroda, cafede karşılaştığım genç veya yaşıtım Türk’le daha çok karşılaşıyorum. Oraya yerleşen ve iş kuran Türkler.
Türkiye ve Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile hedef, Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereği ile taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmekmiş. Türkiye’den Almanya’ya işçi alımlarının başladığı zamanlamayla nerdeyse aynı. Ankara Anlaşması, iki taraf arasında işbirliği ve yaşam şartlarının yükseltilmesi desteğinden çok, bizden topluluğa beyin göçü işine yaramış gibi görünüyor.
Bunda iki ay önce ziyaret ettiğim Berlin’de, 2016’da İstanbul’da üniversite okurken tanıştığım ve mentorluk yaptığım Anılcan’la, buluştuk. Anılcan, o dönem Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema öğrencisiydi. Çok iyi darbuka çalıyordu. Televizyon kanallarında çalışmak istiyor ve kendi yemek programını yapmak istiyordu. Harika ve birbirine çok bağlı bir ailesi vardı, babası aşçılık yapıyordu. Hatta program için isim ve içerik çalıştığımızı bile hatırlıyorum.
Mezun olduktan sonra farklı işlere girdi, iyi işler üretti ve evlendi. Sonra bir gün İnstagram’da Almanya’ya gittiğini gördüm. Yazıştık ve iş aradığını söyledi. Anılcan’la 7 yıl önce Türkiye’de gelecek planlarını konuşurken, geçtiğimiz ay Berlin’de buluşarak, Almanya’daki gelecek planlarını konuştuk. Almanya, ihtiyaç duyduğu alanlarda genç profesyonellere 6 aylık vize veriyor ve 6 ay içinde o alanda iş bulabilirsen, oturma iznini onaylıyormuş. Anılcan bu vizeye başvurmuş ve kabul almış. Almanya’nın ihtiyaç duyduğu teknoloji ve dijital konularında uzmanlığı olduğu içinde başlarda zorluk yaşasa da 6 ay bitmeden bir iş bulmuş. Almancası olmamasına rağmen. Yeni yaşamını orada kuruyor.
Sanırım en etkilendiğim gurbet hikayelerinden biri, 3 yıl önce ziyaret ettiğim Baksı Müzesi’nin hikayesiydi. Bayburt’a bağlı Bayraktar Köyü’nde uçsuz bucaksız bir boşlukta Çoruh Vadi’sine bakan tepede konumlanan müze, sanatçı ve akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın doğduğu topraklara bir armağanı. 2014’te Avrupa Konseyi tarafından ‘Yılın En İyi Müzesi’ ödülünü alan müzenin kurulu olduğu alan, Hüsamettin Koçan’ın gurbette çalışan ve iki yılda bir eve gelebilen babasını her akşam çıkıp beklediği tepeye kuruluyor. ‘Gurbetçi çocuklarının hasret dolu bekleyişlerine son vermek, sanatı doğduğu yere getirmek ve göçü önlemeye katkı sunmak için bu projeyi başlattım’ diyor Hüsamettin Hoca.
Geçmişte gidenlerin para kazanıp dönmek, şimdi gidenlerin ise para kazanmasa da orada tutunmak ve kalmak olduğunu idrak ettim. Eskiden halalar, ana ve babalar gurbete giderdi, çocuklar beklerdi. Artık bizler çocuklarımızın yolunu gözleyeceğiz.