Eğlenceli belgeseller, olgun aşıklar ve uzaylılar!
Bu haftayı 2. Dünya Savaşı’nın siyahi kadın kahramanlarını anlatan ‘6888. Tabur’la açıyor, benzer önyargılara maruz kalan modern bir kadının aşk hikâyesi ‘Virgin River’la devam ediyoruz. Sonrasındaysa ‘Light Shop’, ‘Interior Chinatown’ var!
Açılışı her sene olmazsa olmaz 2. Dünya Savaşı filmleri kontenjanından yapalım. Netflix’te yayınlanan ‘6888. Tabur’ bu sefer bizi klasik anlatının biraz dışına çıkarıyor ve odağı Nazilerden de Yahudilerden de başka tarafa çeviriyor. Geriye ne mi kaldı? 2. Dünya Savaşı’nda tamamı siyahi kadınlardan oluşan tek tabur! Kevin M. Hymel’ın WWII History Magazine’de yayımlanan makalesinden Tyler Perry tarafından uyarlanan filmin yönetmenliği yine Perry’ye emanet.
Hemen belirtelim, taburdaki siyahi kadınları cephede çarpışırken değil, savaşlarda en az o kadar önemli olan iletişim ve moral cephesinde izleyeceğiz. Bu kadınların görevi, üç yıl boyunca teslim edilmediği için biriken postaları adreslerine ulaştırmak kadar basit görünen (başta kendilerinin de hayal kırıklığına uğradığı), gerçekteyse oldukça meşakkatli bir iş, zira 17 milyondan fazla posta var. Bunun önemiyse kendi yarattıkları mottodan geçiyor: Posta gelmezse moraller düşer! Mesele sadece posta değil, moral üstünlük sağlamak ve cephedeki askerlerini bekleyen ailelere ülke genelinde posta görünümlü umut dağıtmak.
Görevleri için ABD’den Avrupa’ya giden Kadın Kolordusu’nun bir lojistik kâbusa dönüşmüş bu posta meselesini çözmesi demek, aynı zamanda savaşın ayırdığı ailelerin yeniden birleşip birleşemeyeceklerine dair bilgi demek. Yeniden kavuşmaları ihtimal dahilindeyse, tarafların birbirini beklemesi, ailelerin bölünmemesi demek. Savaştaki bir toplumun inşası açısından da elzem.
Dahası bu görev kolordu için bir kendini kanıtlama azmine de dönüşmüştür. Hem kadın hem siyahi olmalarından ötürü ciddiye alınırlıkları iki kat düştüğünden mücadele etmeleri gereken şey yalnızca tonlarca posta değil, önyargılardır. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerle mücadele ederken perdenin arkasında başka bir ırk ayrımcılığı yapmak ironik elbette. Bu da ülkelerin hiçbir zaman iğneyi kendine batırmadıklarının nişanesi.
2. Dünya Savaşı’nın odağını başka bir ırkçılık çeşidi ve üstüne cinsiyetçilik perspektifinden izlemek kimisine göre bu savaşın odağını gereksiz yere kaydırsa da bunu 2. Dünya Savaşı özelinde değil, genel bir soruna parmak basan ilham verici bir hikâye olarak görmek mümkün. Ayrımcılık perspektifinin dışında hikâye diğer taraftan, büyük anlatılarda kaybolan isimsiz kahramanlara saygı duruşu şeklinde de okunabilir. Büyük savaşlar, büyük buluşlar, büyük toplumsal hareketler, büyük değişimler belli başlı isimlerle anılsa da arka planda, omuzdan omuza yük taşıyan karıncalar misali isimsiz insanların görünmeyen katkıları var. (Bkz: Foucault’nun bakış açısı.) Bu vesileyle birimin 2022’de Kongre Altın Madalyası’nı aldığını da ekleyelim. Geç de olsa takdir takdirdir.
Oyuncu kadrosu da konusu kadar iddialı olan ‘6888. Tabur’da Yüzbaşı Charity Adams rolünde Kerry Washington yer alıyor. Susan Sarandon ve Oprah Winfrey’yi de göreceğimiz tarihî dram filmi ‘6888. Tabur’ şimdi Netflix’te.
İflah olmaz romantikler burada mı? Öyleyse Netflix’in iflah olmadan devam eden dizisi ‘Virgin River’ın altıncı sezonunu müjdeliyoruz. Alexandra Breckenridge ve Martin Henderson bir kez daha Mel ve Jack rolleriyle, dizinin kasabası Virgin River da bir kez daha olanca romantikliğiyle karşımızda.
Mel evliyken ve çocuk yapmaya hazırken eşini trajik bir kazada kaybetmiş bir kadındır. Hemşire Mel ve merhum doktor eşi zamanında Los Angeles’ta aynı hastanede çalıştıklarından bu kazanın ardından Mel ne aynı yerde çalışabilir ne aynı şehirde durabilir. Virgin River adlı küçük kasabadan kendisine iş teklifi geldiğinde de dertlerinden uzaklaşmak için bu teklifi kabul eder. Mel’in hikâyesinin böyle olduğuna bakmayın, dizinin karamsar bir atmosferi yok. Acı tatlı olaylar yer yer yerini birbirine bıraksa da dizinin geneli romantik ve samimi bir tonda ilerliyor.
Şehirden kasabaya taşınmak yeterince büyük bir değişiklikken Mel’in oraya ayak bastığı ilk günden itibaren işleri rast gitmez. İşi kabul ederken kendisine vadedilen evin köhne bir kulübe olduğunu ve yanında çalışacağı Doktor Vernon Mullins’in (Tim Matheson) aslında kimseyi işe almak istemediğini öğrendiğinde, ilk günden istifa etmeyi düşünür. Ancak tüm bu aksilikler ufukta yeni bir aşkı göstermektedir, zira kasabadaki barın sahibi Jack bu süreçte Mel’e sürekli destek olur.
Kulübe yaşanabilecek bir yere çevrilene, huysuz ve ihtiyar doktora da rüştünü ispat edinceye kadar Mel’in uğraşması gereken sorunlar da artmaktadır. Mel bir yandan eşinin arkasından hâlâ yas tutmakta, diğer yandan klinikteki sorunları yasalara göre çözmeye çalıştığında kasaba halkını karşısında bulur. Kimileri şehirden gelen bir yabancının kendilerine yol yordam öğretmesi, kimileri de bir kadının sağlık çalışanı olması konusunda önyargılıdır. Mel’in birkaç koldan zorlanması, diziyi alışageldiğimiz tek katmanlı romantik hikâyelerden ayrıştırıyor. Dizi bir nevi, kendi halinde bir kasabadaki sıradan insanların gündelik hayatını anlattığı için buna yalnızca bir aşk hikâyesi olarak bakmak da eksik olacaktır. Hayattan bir kesit sunan bu diziye bir tür icat edecek olursak ‘romantik durum dizisi’ diyebiliriz.
Dizinin takipçileri Mel ve Jack’in inişli çıkışlı hikâyesine beş sezon boyunca eşlik ettiklerinden artık bir düğün görmeyi hak ettiklerini düşünüyorlardı. Altıncı sezonla birlikte beklenen an geldi. Tıpkı ‘How I Met Your Mother’ın final sezonu gibi tüm sezonu düğünle geçireceğiz anlaşılan, zira senaristler Hollywood yapımlarından miras klasik formülden vazgeçmiyor: Düğün öncesi hazırlığın hem tatlı hem gergin aşamaları, bekârlığa veda partileri, düğün yemeği provası, son dakika aksilikleri ve nihayet düğün derken bu yoldaki tüm konuları işlemeye kararlılar.
Yeni sezonda ayrıca Mel’in aile geçmişine de tanıklık edeceğimiz için 1970’lere gidip geliyoruz. Mel 11 yaşındayken ölen annesi Sarah’nın (Jessica Rothe) hippilik zamanlarını, kadınlara biçilen geleneksel kuralların dışında yaşadığı ve eşiyle tanıştığı anlara tanık oluyoruz örneğin. Jack’i canlandıran başrol Martin Henderson’ıysa bu sezon aynı zamanda yönetmen olarak da göreceğiz.
Çekimleri Kanada’nın Vancouver eyaletinde yapılan Virgin River gerçek bir kasaba olmasa da izlerken oranın var olduğuna, hatta orada yaşadığınıza ikna olmak, şehirden biraz nefes alıp dağ ve göl manzaralarının tadını çıkarmak isteyenler ‘Virgin River’ yeni hikâyesiyle Netflix’te.
Sırada birden fazla türü bünyesinde harmanlayan bir çizgi roman uyarlaması var. Disney+, Kang Full’un 2011 yılında internette yayımladığı çizgi romanından uyanlanan ‘Light Shop’ ile karşımızda. Güney Kore yapımı ‘Light Shop’, ilk bölümüne sabrederseniz sizi girdabına çekecek bir dram. Ama bu öyle bir dram ki dram olduğunu ancak dizinin son bölümlerinde, gözyaşları eşliğinde kavrayabiliyorsunuz. Oraya gelene kadar dizi bizi gizem, korku ve fantastik türlerinde dolaştırıyor, ardından usulca polisiye dünyaya götürüyor.
‘Light Shop’, ana karakteri bir mekân olan dizilerden. Adından da anlaşıldığı üzere bir ışık dükkânı, dizideki tabiriyle avizeci kilit mekânımız. Sadece tek bir müşteri faydalanacak bile olsa her gece açık olan bu avize dükkânı insanların geçmekten korktuğu, karanlık ve tekinsiz bir sokağın sonunda yer alıyor. O sokaktan geçmek zorunda kalanlar, ucunda bu dükkânın ışığının olduğunu bildiklerinden bu umuda tutunuyorlar. Bu da dizinin en önemli metaforu. Avizeci Jung Won-young (Ju Ji-hoon) yalnızca karanlık sokaktan korkanlara ışık sağlamıyor, aynı zamanda kendini kaybetmiş ruhlara da umut ışığı sağlıyor.
Geceleri her türlü müşteriyle karşılaşan Jung Won-young artık insan sarrafı olduğu için kimlerin sıradan müşteri, kimlerin kayıp ruhlar olduğunu ayırt edebiliyor. Buradan da ikinci sembolümüz çıkıyor: Kayıp ruhlar, hayatına yön verememiş insanlar için kullanılır. Bu dizide ek olarak gerçekten kaybolmuş, ölümle yaşam arasına sıkışmış ruhlar var. Bu avizeci aslında yaşayanlar ve ölüler arasında bir geçit. Jung Won-young da ölülere ve onların arafta kalmış yakınlarına rehberlik ediyor.
Jung Won-young’un âlemler arasındaki dengeyi sağlayabilmesi için bu arafta kalmış ruhların dükkânına uğraması gerek. Kim ölüler diyarında kalacak, kim dünyaya geri dönecek işte bu dükkânda, kişinin kendisi karar veriyor. Bu da dizinin kulağa salt doğaüstü gibi gelen anlatısını derinleştiriyor. Kişilerin hangi âlemi seçeceğine karar verebilmeleri içinse geçmişleriyle hesaplaşmaları gerekiyor.
Dizi bu karakterleri başta yüzeysel bir şekilde tanıtsa da onlar kendi kendilerini daha yakından tanımaya başladıkça biz de onların katmanlarına iniyoruz. Karakterlerin hikâyeleri ve birbirleriyle olan bağlantıları adım adım, ustaca dokunmuş. Kimi karakterde trajik bir aşk hikâyesi, kimisinde anne-çocuk bağı, kimisinde de bir yabancıya gösterilen diğerkâmlık öne çıkıyor ve hepsi de bizi mutlaka bir yerinden yakalıyor.
Hepsini kesen ortak tema ise yas. Ruhlar hem kendi ölümlerinin hem de sevdiklerinin arkasından yas tutabilme cesareti gösterebilecek mi, soru aslında bu. Bu oldukça kederli konu ağırlığına yakışır bir şekilde işlense de umut hep var. Neticede avizeci o karanlık sokağı aydınlatmak için boşa elektrik harcamıyor! Bu da diziyi esasında kayıplarla başa çıkma temasına oturtuyor.
‘Light Shop’, Güney Kore’nin usta oyuncularından Kim Hee-Won’un ilk yönetmenlik denemesi. Senarist Kang Full ve oyuncu Kim Hee-Won ise yine bir Disney+ dizisi olan ‘Moving’de de birlikte çalışmış. Hatta ‘Light Shop’un son bölümünde kapanış jeneriğinin bitmesini de beklersek gördüğümüz yeni karakterler, ‘Moving’deki karakterlermiş. Anlaşılan o ki Kang Full, çizgi romanının evrenini genişletiyor. Çizgi romanı okuyanlar ne der bilemeyiz ama bu haliyle, saydığımız dizi türlerinin merakını celbetmek üzere ‘Light Shop’ Disney+’ta.
Asya’ya açılmışken sizi Güney Kore’den Çin’e götürmek isterdik, ama elimizde ABD Los Angeles’taki Çin Mahallesi var. Yine bir Disney+ dizisi olan ‘Interior Chinatown’ hafta sonunun eğlencelisi. Charles Yu’nun aynı adlı romanından uyarlanan dizi, Hollywood’daki basmakalıp Asyalı tiplemelerini yeniden üretiyor görünürken aslında bu duruma eğlenceli bir eleştiri getiriyor.
Willis Wu (Jimmy O. Yang), Çin Mahallesi’ndeki bir Çin restoranında garson olarak çalışan bir gençtir ve sıradan hayatından bıkıp usanmıştır. Küçüklüğünden beri özel biri olduğunu, bir şeyler başaracağını düşünen Willis, hayatta sadece bir figüran olarak kalmaktan yakınmaktadır. Bir gün bir kadının kaçırıldığına tanık olmasıysa onun makus talihini değiştirir: O artık Çin Mahallesi’ndeki çeteleri enselemede, kayıp kadının ardındaki gizemi çözmede bir numaralı isimdir.
Bir olmasa da dört numaralı diyelim… Soruşturmanın başında bir kadın bir erkek, ikisi de televizyon yüzü olmaya uygun iki beyaz Amerikalı dedektif vardır ve işleri güçleri caka satmaktır. Willis’in gözünde ‘Law & Order’ parodisi bir suç dramında başrol olabilecek kadar havalıdır. Soruşturmayı emre itaatsizlik pahasına hakkaniyetli şekilde yürütense Lana Lee (Chloe Bennet) adlı Asyalı bir kadın dedektiftir ve Çin Mahallesi’nin içinde bir köstebeğe ihtiyacı olduğu için Willis’e işbirliği yapmayı teklif eder. Willis bu işlerin hayalindekinden daha tehlikeli olduğunu fark edince başta tereddüt etse de sonunda maceraya atılır.
Dizinin akışında ilk ilgimizi çeken elbette, ana karakter Willis’in hikâyesi. Çin Mahallesi’nde köstebek olması sayesinde ailesinin geçmişiyle ilgili sırları öğrenir, kendi kimliğini ve toplumdaki yerini her zamankinden çok sorgular.
Ancak hem romandaki hem dizideki asıl mesele toplumsal eleştiri. Hollywood’un siyahlar gibi Asyalıları da beyaz ana karakteri parlatmak için kullanılacak yan karakterler olarak görmesi, aslında toplumun yansıması. Çokkültürlülüğüyle övünen Amerikan toplumunun ikiyüzlülüğünü tiye alan yapımın ana karakterinin, ABD’de ana karakter olmaya çalışan figüran bir Asyalı olması durumun absürtlüğünü anlatıyor zaten. Dedektif Lana Lee’nin Güney Koreli mi yoksa Taylandlı mı olduğunun tartışılması da yine, tüm Asyalıların birbirine benzediği algısının parodisi.
İlginç bir nokta da şu ki, karakterimiz Willis yerine Amerikalı beyaz bir genç kız olsaydı hikâye hemen toplumsal bağlamını yitirecekti. ‘Bir Drama Kraliçesinin İtirafları’ filmi gibi, en iyi ihtimalle bir gencin kendini gerçekleştirme hikâyesi, ama daha ziyade narsisistik bir ‘ana karakter sendromu’ izlerdik. (Bu bilimsel bir ifade değil tabii. Başkalarının kendi hikâyesine hizmet eden figüranlar, başına gelen olaylarınsa ona özel olarak hazırlanmış inişli çıkışlı roller olduğunu düşünen şımarık insan tiplemesi diyebiliriz.)
Dizinin çekim teknikleri de izleyicinin gerçeklik algısını bozarak dizinin boyutlarına bir yenisini ekliyor. Yapımın Türkçesi zaten ‘İç Mekân Çin Mahallesi’. Buradaki ‘iç mekân’ ifadesi, iç mekân çekimi olacağını haber veren bir terim. Her bölüm bir film setinde geçiyor gibi sunuluyor, bu da Willis’in hayatı algılayış biçimine çok uygun. Hayatını bir film gibi yaşayan Willis gerçekten çete savaşlarına katılıp kavganın ilk yarısında adamları patakladı mı? Her an bir yerlerden “Kestik!” diye bir ses gelecek gibi izliyoruz. Dizi bize emin olma konforunu vermiyor ve hayal gücü ile gerçeklik arasındaki ince çizgide yürüyoruz. Hafif absürt, örtük olduğu kadar da apaçık hicivli, kimlik ve kültür gibi konulara değinirken de eğlendirmeyi ihmal etmeyen ‘Interior Chinatown’ Disney+’ta.
Hafta sonunu 2. Dünya Savaşı’nın siyahi kadın kahramanlarını anlatan ‘6888. Tabur’la açıyor, benzer önyargılara maruz kalan modern bir kadının aşk hikâyesi ‘Virgin River’la devam ediyoruz. ‘Light Shop’ ile yas üzerine düşünürken ‘Interior Chinatown’la kapanışı eğlenerek yapıyoruz.