Dünya Uyku Günü için Max Richter’den dev hizmet: Sleep
25. yılını kutlayan BİFO yeni sezonuna başladı. Biz de bu vesileyle orkestranın şefi ve sanat yönetmeni Carlo Tenan ile buluştuk. İtalyan şefle İstiklal Caddesi'nde yürürken İstanbul'daki hayatını, sokakları, yemekleri ve futbolu konuştuk.
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) bu sezon 25. yılını kutluyor. Sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin de en köklü sanat kurumlarından biri olan BİFO, perşembe akşamı gerçekleşen konserle seyircilerine yeni sezonda merhaba dedi. Geçen yıl orkestranın daimi şefliğine getirilen ve bu sezondan itibaren sanat yönetmenliğini de üstlenmeye başlayan İtalyan şef Carlo Tenan için artık bir İstanbullu diyebiliriz. Her ayın önemli bir bölümünü İstanbul’da geçiren İtalyan şef, kentin sokaklarını ve tabii mutfağını da bir hayli benimsemiş.
Hakkında ayrıntılı bir yazı yazdığımız BİFO’nun 2024-2025 sezonunda büyük emeği bulunan şef Carlo Tenan ile alışılmışın dışına çıkacak bir röportaj için günler öncesinden sözleşmiştik. Orkestranın yeni sezonu dışında şeylerden konuşacaktık.Bir orkestra şefinin günlük rutinleri, yemek alışkanlıkları, İstanbul’a adaptasyonu, futbolla ve sinemayla ilişkisi ve daha fazlası. Üstelik de bunu İstanbul’un kalbinde, İstiklal Caddesi’nde yapacaktık. Hazır yeni sezon başlamışken arayı çok açmadan güneşli bir İstanbul sabahında Borusan Müzik Evi’nde buluştuk ve başladık caddede yürüyüşe başladık. Sözü fazla uzatmadan bir İtalyan şefin İstanbul yaşantısına doğru kapıyı açalım.
-BİFO’yla yolunuz kesişmeden önce İstanbul ve şehrin müzik ortamı hakkında neler biliyordunuz?
Orkestrayı bu dünyanın içindeki biri olarak elbette biliyordum. Bir önceki şef, Sascha’yı (Goetzel) da tanıyordum. İstanbul’a ilk kez misafir şef olarak pandemi döneminde gelmiştim. İlginç ve bir o kadar da zor zamanlardı. Düşünsenize sokaklar bomboş. Acayip bir histi. Ayasofya’yı görmeye gittiğimde o tenhalık beni çok şaşırtmıştı. Çünkü normalde burasının normal şartlarda ne denli kalabalık olduğunu biliyordum. İstanbul gibi kalabalık bir şehirde sürreal bir durumdu bu.
Ardından neyse ki adım adım bir normalleşme başlamıştı. Sabahları gezerken buranın atmosferini Venedik’e benzetmiştim. Hele ki turistlerin henüz dışarıda olmadığı o erken saatlerde. Bu anlara tanıklık etmek gerçekten başlarda hoş olmuştu.
-Aynı denizi paylaşan ve tarih boyunca da çeşitli sebeplerle karşılaşmış iki ülkeyiz. İlk etapta gözünüze çarpan ne gibi benzerlikler olmuştu?
Kültür. Geçmiş ve gelecek. Asırları aşan o kadar çok iç içe geçmişlik var ki… Hatta yeri geliyor bazısını fark etmiyorsunuz bile. Zira o kadar içselleşmiş ve rutin bir hale gelmiş. Anlatması dahi kolay değil. Ama bu bir hissiyat meselesi. Şöyle söyleyeyim; Ben Bolognalıyım. Roma’ya da İstanbul’a da ilk geldiğimde benzer şeyler hissettim. Bunu belki kelimelerle değil ama bizzat tarihin kendisiyle açıklayabiliriz. Turistler böyle hissediyor mu bilmiyorum ama ben İstanbul’da olmadığımda da buraya gelmeyi istiyorum. Bunu hem burada olma fikrinin güzelliği hem de konserlerim için diliyorum.
-Şu an buradan geçen turistlerin de çok da uzak olmayan bir gelecekte İstanbul’da olmayı isteyeceklerini düşünüyorum. Peki bir aylık periyodu baz aldığımızda bu sürenin ne kadarını İstanbul’da geçiriyorsunuz?
Bu biraz o ayın programına bağlı. Ama en az bir hafta ilâ 10 gün arası bir süre mutlaka İstanbul’dayım. Örneğin geçen ay daha uzun kaldım. Zira Leyla Gencer Şan Yarışması için toplanmıştık. Çok verimli bir süreç ve final dönemi oldu. Öncesinde de BİFO’nun sezon tanıtım toplantısı ve 25. Yıl kutlaması vardı.
-Sahne arkası hep mahrem bir konu. Oradaki organizasyon hakkında bildiklerimiz sınırlı. Şefle müzisyenler arasında nasıl bir iletişim var.
Bana göre orkestra bir bakıma toplumu temsil eder. Farklı insanlar, farklı karakterler hepsi. Benim amacım işte bundan çıkan enerjiyi ortaya çıkarmak. Bu bir bakıma insan ruhunda bir uyandırma işlemi gibi. Bu bağlantıyı kurabiliyorsanuz orkestradaki diğer insanlara da temas edebiliyorsunuz. Üstelik kelimelerle değil, hislerle. Karşınızdaki müzisyenler de sizi hisseder ve takip eder. Bu, insani bir şey.
-Orkestralarda diktatörlüğün hakim olduğu konuşulur. Hatta yıllar önce Time dergisinde “Direktör ya da diktatör’ başlıklı bir yazı da çıkmıştı. O iş, öyle değil mi yani?
Kesinlikle hayır. Ben bunu şöyle açıklıyorum. Her orkestra içinde bulunduğu toplumu bir şekilde yansıtıyor. Belki günümüzde de bu tip figürleri görmek isteyen ve diktatör denmese de atacakları her adımı onlara anlatmasını isteyen orkestralar vardır. Ancak şunu söyleyebilirim ki günümüzde orkestraların artık buna ihtiyacı yok. Aksi takdirde ortaya çıkacak şeyin çok güçlü bir şey olmayacağını düşünüyorum. Bence müziğin ruhunda da bu yok. Bence seyirciler de zaten bunu anlayacaktır. Çünkü bu doğrudan müziğin kalitesine de etki eden bir durum.
-Geçen yıl yayınlanan ‘Maestro’ filmini seyrettiniz mi?
Tamamını değil. İçindeki özellikle orkestra yönetimiyle ilgili kısımlarına bakabildim.
-Leonard Bernstein rolündeki Bradley Cooper’ın performansını nasıl buldunuz?
Tam da o bölümleri izledim. Mükemmeldi diyebilirim. Ama size bir şey itiraf edeyim. Müzik hakkındaki filmleri izlemeyi pek sevmiyorum. Çünkü bence seyirci için inşa ettiğiniz o evrinin ancak küçük bir parçasını yansıtabiliyor film. Genel manada filmlerin bunu iyi yansıtamadığını düşünüyorum. Baktığımızda bu tip yapımlarda müzisyenler genellikle “çılgın” karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Ama onların tek yönleri bu değil ki.
-Sizinle geçen yıl tanıştığımzıda ilerleyen süreçte program içinde daha fazla opera görebileceğimizi söylemiştiniz. Bir İtalyan için operanın anlamının da farkındayım. Bu bağlamda neler göreceğiz?
Ben sürekli olarak repertuvarımız hakkında düşünüyorum. Bir opera sahnelemeyi istiyorum. Bu bir İtalyan eseri olacaktır. Muhtemelen de Verdi olur. Ancak sonrasında belki çağdaş bir eser ya da bir Alman operası da olabilir. Bunu zaman gösterecektir. Ama dediğiniz gibi bir İtalyan olarak operayı çok seviyorum.
-Son dönemde konserlere giderken nasıl giyinilmesi gerektiği konusunda tartışmalar var. Buna operayı da dahil ederek sormak istiyorum. Bir seyirci konserinize tshirtle gelse kızar mısınız?
Elbette ki hayır. Şöyle söyleyeyim: Bazı konser programları taşıdıkları anlam itibarıyla biraz daha resmi bir giyimi gerektirebilir. Bu, daha çok o ânın koşullarıyla ilgili bir şey. Ama kişisel görüşüm bu özel haller dışında benim için hiç sorun yok. Kızmam, alınmam. Konserlere herkesi bekliyoruz. Özellikle de gençleri…
-Türkiye’de BİFO ile çok sayıda konser verdiniz. Avrupa ile kıyasladığımızda gençlerin bu etkinliklere katılımı sizce nasıl?
Türkiye’de gençlerin klasik müzik konserlerine katılımı Avrupa’nın diğer ülkelerine göre çok daha fazla. Bu ilk gözlemlediğim şeylerden biriydi. Hatta konser sonrasında da bazılarıyla sohbet etme imkânı buluyoruz. Ancak bu biraz da o akşamki konserin repertuvarına da bağlı olabiliyor. Bu müzik her jenerasyona hitap eden bir müzik. Üstelik asırlardır da böyle. Sihiri de burada zaten. Öte yandan 30 yıl öncesinin pek çok şarkısı unutulup gidiyor.
-Peki popüler müziklere bakışınız nedir? Klasik müzik dışında neler dinliyorsunuz?
Halk ezgilerini dinlemeyi tercih ediyorum.
-Bunun içinde türküler de var mı?
Evet. Özellikle YouTube’da sokak müzisyenlerin bu tarzdaki şarkılarını açıp dinliyorum. Zaten şu an yürüdüğümüz caddede de denk geldiğim bir şey bu. Daha önce bu tip halk ezgilerinden etkilenip besteler yazdım. Özellikle Balkan ezgilerinden etkilenmiştim. Balkan coğrafyasının enstrumanlarını da seviyorum. Bir önceki soruya dönecek olursam; Genel itibarıyla tüketime dayalı ticari müziklerden hoşlanmıyorum. Çünkü bu benim için son derece banal.
-Bir İtalyanla konuşulacak konulardan biri operadır. Onu hallettik. Şimdi sırada futbol var. Futbolla aranız nasıl?
Biraz tuhaf olacak ama pek de iyi olduğu söylenemez. Hatta muhtemelen dünyada futbolla ilişkisi olmayan tek İtalyan olabilirim. Futbol oynamak kesinlikle çok güzel. Bir zamanlar ben de oynadım elbette. Ama iş izlemeye geldiğinde açıkçası beni pek etkisi altına alamıyor.
-Yani oynadığınız sürece futbol güzel, öyle mi?
Benim yaşım için bundan pek emin değilim. Sanırım bunun için artık uygun değilim. Ama Türkiye’ye dair ilk fark ettiğim şeylerden biri de burada futbolun ne denli önemsendiği oldu. İtalya’da da Türkiye’de de futbola felsefi anlamlar yükleniyor. Saatlerce süren yorumlar da cabası.
-O halde bir diğer hayati konuya geçiyorum. Yemekler. Akdeniz’in izlerini her iki ülkenin mutfağında hissedebiliyoruz. Türk mutfağını denediniz mi? Aranız nasıl?
Ben ağırlıklı olarak balık tüketen biriyim. Çok uzun yıllardır bu böyle. İstanbul’da geçen günlerimde de bu alışkanlığımı sürdürüyorum. Balığın yanındaki salata ve mezeler çok lezzetli. Yemeğe sadece doymak değil de daha çok bir deneyim yaşamak gözüyle bakıyorum. Onun dışında daha dün gece oğlumla pide yedim. İkimiz de pideyi seviyoruz.
-Peki kahve insanı mısınız?
Tam olarak değil. Kontrollü bir şekilde tüketiyorum. Ama her konserimden mutlaka Türk kahvesi içiyorum. Bana enerji veriyor. Gittiği başka ülkelerde de pizza yiyenlerden değilim. Amacım gittiğim o ülkenin tatlarını deneyimlemek. Buna Türk kahvesi de dahil.
-Konser sonrası eve döndüğünüzde ne yapıyorsunuz? Konserdeki o duygusal yoğunluktan sonrası nasıl bir ruh hali oluyor?
Heyecan seviyesi hâlâ yüksek oluyor. Bu nedenle uyumakta zorlanıyorum. Bu sadece salgıladığınız adrenalinle değil içinde bulunduğunuz zihinsel durumla da alakalı. Ama bence esas problem konserin ertesi günü başlıyor. Çünkü konserde harika bir mekân ve ortamdasınız. Ama sabah uyandığınızda bu sanki bir rüyaymış gibi geride kalıyor. Halbuki siz o büyülü ânı tekrar tekrar sürdürmek istiyorsunuz. Bir saniyede her şey yok olmuş gibi bir his. Zira yaşadığınız aslında çok kuvvetli bir deneyim. Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? Muhteşem bir müzik dinlediğiniz esnada birinin gelip sesi kısması gibi bir şey.
-Bu açıdan bakınca hiç hoş değil. O zaman müsaadenizle biraz geriye gitmek istiyorum. Asla unutamadığınzı bir konseriniz var mı?
Geçmişe takılmamayı tercih ediyorum. Aksi takdirde karşılaştırma yapmaya başlıyorsunuz. Ancak her deneyimin farklı olduğu bu ortamda böylesi kıyaslar sorunlu oluyor. Bu kalpten gelen bir şey; mekanik bir iş yapmıyoruz ki. Elbette hep hatırladığım konserler var. Ama daha çok üstüne koyup geliştirmeyi isteyenlerdenim.
-Toscanini, Karajan, Riccardo Muti, Sergiu Celibidache ve daha nicesi. 20 ve 21. yüzyılın orkestra şeflerini gözünüzün önüne getirdiğinizde hangi ya da hangileri size daha çok ilham oldu?
Bence bu soru özelinde bunu hangi repertuvara göre değerlendirdiğimiz önemli. Sergiu Celibidache’yi çok sevdiğimi söyleyebilirim. Hatta onun 84 yıllık yaşamı boyunca imza attığı tüm yorumları çok beğeniyorum. Öte yandan Carlos Kleiber ve Verdi yorumları nedeniyle Riccardo Muti’yi de çok seviyorum. Onunla yıllar önce aynı sahneyi paylaşmış olmaktan ötürü büyük bir mutluluk duyduğumu da bu vesileyle belirtmek isterim. Son olarak bu listeye Lorin Maazel’i de ekleyebilirim.
-İstanbul’un bu en kalabalık caddesinde bu ufuk açıcı sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ben de çok teşekkür ederim. Bu caddede gezmek, üstelik de bunu müzik konuşarak yapmak çok güzel. Müzikseverleri konserlerimize heyecanla bekliyoruz. Bir sonraki konserimiz 17 Ekim Perşembe akşamı Zorlu PSM’de.
Fotoğraflar: Alparslan Aydın