Bayramda 1 milyon kişi sinemaya gitti
Tayfun Pirselimoğlu usta bir yönetmen olduğu kadar iyi bir yazar. Lakin yazarlığı hak ettiği değeri görmüş değil. Son romanı 'Cerrah'ta yine saçmalık ve sevimsizlikle yüzleşiyor ve okuyucusunu da bu yüzleşmeye davet ediyor.
Yazar, ressam, yönetmen, senarist Tayfun Pirselimoğlu yeni romanı ‘Cerrah’ta soğuk, yağışlı hatta yıldırımlar düşen bir İstanbul gecesinde geçen, tuhaf tesadüflerle, tekinsiz insan tipleriyle dolu bir hikaye anlatıyor. Yazarın edebi karakteristiklerini barındıran güzel bir ‘kara’ anlatı.
Tayfun Pirselimoğlu 1959 yılında Trabzon’da doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Viyana’ya gitti, Hochschüle für Angewandte Kunst’ta resim ve gravür eğitimi aldı. Dünyanın çeşitli şehirlerinde sergiler açtı, ortak sergilere katıldı.
Sinemaya senaryo yazarak başlayan Pirselimoğlu ‘Hiçbiryerde’ (2002), ‘Rıza’ (2007), ‘Pus’ (2009), ‘Saç’ (2010), ‘Ben O Değilim’ (2013), ‘Yol Kenarı’ (2017), ‘Kerr’ (2021) ve son olarak henüz gösterilmeyen ‘İdea’ (2024) filmlerini yönetti. Edebiyat hayatına 1996 yılında ‘Çöl Masalları’ ile başladı. Romancılığını ‘Kayıp Şahıslar Albümü’ (2002), ‘Malihulya’ (2003), ‘Şehrin Kuleleri’ (2005), ‘Kerr’ (2014), ‘Berber’ (2016), ‘Kadastrocu’ (2021) ve ‘Cerrah’ (2024) ile sürdürdü. Hikayelerini ‘Otel Odaları’ (2009), ‘Harry Lime’ın En Yeni Hayatları ya da Üçüncü Adam’a Övgü’ (2012), ‘Çölün Öbür Tarafı’ (2018) kitaplarında topladı. ‘Mithra ve Bıldırcınlar’ (2011) adlı bir de anı kitabı var.
İrili ufaklı 22 bölümlük romanın ‘Hikaye Başlıyor’ adlı ilk bölümünde tanışıyoruz Tarık Kara ile. Hem ev hem işyeri işlevi gören muayenehanesinde iri kıyım, açıkçası ürkütücü hastası ile sıkıntılı saatler geçiriyor. Odadaki diğer şahsın –Numan’ın- varlığı ise sıkıntısını arttıran bir başka neden. Bu sevimsiz ve yapışkan adamdan elbette hoşlanmıyor ama ne yazık ki mesleğini sürdürmesini devletin derin ve karanlık yapılanmasında görevli Numan’a borçlu. Onu bir zamanlar adının karıştığı çirkin davadan kurtaran, karşılığında sadece devlet tarafından gönderilen özel hastalara bakmaya yönlendiren Numan, Tarık Kara’nın iplerini elinde tutuyor.
Tarık Kara, Numan ve yanında getirdiği hastanın yol açtığı baş ağrısıyla çıkıyor muayenehanesinden: “Körlemesine adımlarla amaçsız bir şekilde kalabalığa karıştı. O kalabalığın onu sürüklediği Mecidiyeköy Meydanı’na yaklaştıkça yoğunluk daha da arttı. Kaldırımlarda bulunanların dışında büyük bir insan seli de karınca sürüleri gibi santim mertebesinde ilerleyen trafikteki araçlardan kalan boşluklara dalmışlardı. Tam meydana ulaşmıştı ki, onun için günün tuhaflıklarının henüz bitmediğini işaret edecek bir hadiseyle karşılaştı. (Aslına bakılırsa bunun sonuncusu da olmadığını, tersine bir başlangıç sayılabileceğini daha sonra anlayacaktı).”
Gerçekten de tuhaf rastlantılarla dolu uğursuz bir geceye adım atmıştır Tarık Kara. İstanbul’un bir yakasından diğerine savrulduğu gece boyunca her türden insan çıkar karşısına; başını belaya sokan davada bilirkişilik yapan sınıf arkadaşı Ethem Durmaz, bir zamanlar aşık olduğu Ayla, Numan’ı Tarık Kara’yla tanıştıran Hicabi Kuru, bir kez daha Numan, Numan’ın onu sürüklediği gece kulübünün tuhaf sahibi Zahit Kondu, Zahit Kondu’nun yaramaz maymunu Muazzez, İçişlerinin netameli işlerinde yükselip siyasete atılan Vehbi Çaylak, Vehbi Çaylak’ın psikopat oğlu Bahri Çaylak, öldürülen bir yemek kuryesi, talihsiz görgü tanığı Saniye Elmas, Vehbi Çaylak’ın yakın dostu ve onun kadar şaibeli bir bakan ve en nihayetinde İstanbul sokaklarına dehşet saçan bir kaplan…
Merakımızı “Tahir Kara, düştüğü bu cehennemi gecenin sonunu nasıl getirecek” sorusuyla sürekli diri tutan hikaye şaşırtıcı bir final sahnesine doğru hızla ilerliyor.
Bu yazıya başlarken fark ettim Tayfun Pirselimoğlu romancılığı üzerine kalem aldığım ilk yazının üstünden 20 yıldan fazla zaman geçtiğini. 2002 tarihli ilk yazımda ‘Kayıp Şahıslar Albümü’nü, 2005 tarihli ikincisinde ‘Şehrin Kuleleri’ni değerlendirmiştim. O zamanki düşüncelerimi bir alıntıyla özetliyorum:
“Son yıllarda romana ilginin ne ölçüde arttığını hepimiz biliyoruz. Ancak bu büyük seferberlik içerisinde aslan payını “star” sisteminin “sıradan” ürünleri paylaşırken pek çok iyi yazar ve iyi roman hak ettikleri yeri alamıyor. Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı ve içinde yaşadığımız zamanı fantastik bir dünyaya taşıyarak yorumlayan romanlarıyla Tayfun Pirselimoğlu da bu yazarlardan bir tanesi. ‘Kayıp Şahıslar Albümü’nü sevmiştim, ‘Şehrin Kuleleri’nin onu aştığını düşünüyorum”…
Aradan geçen 20 yıldan sonra okuduğum ‘Kadastrocu’ (2021) ve ‘Cerrah’ (2024) romanlarında çizgisini koruduğunu, dilini ve üslubunu daha da geliştirdiğini görmek sevindirici oldu. Hak ettiği yeri ise ne yazık ki hala almış sayılmaz.
Sözlü anlatım geleneğiyle post modern anlatım tekniklerinin iç içe geçtiği ‘Çöl Masalları’ ve ‘Malihülya’ diğer romanlarından farklı bir çizgide görünmekle birlikte gerek temalarıyla gerek çok sayıda kişi ve hikayecik barındırmalarıyla Pirselimoğlu karakteristiğine sahiptiler.
Diğer romanlarının birbirleriyle olan bağı çok daha sıkı. Hatta roman kahramanların isimleri -‘Kayıp Şahıslar Albümü’ de Cezmi Kara, ‘Şehrin Kuleri’nde T. Kara, ‘Kerr’de yine Cezmi Kara, ‘Kadastrocu’da Cemal Kara, ‘Cerrah’ta Tarık Kara- üzerinden bir akrabalık ilişkisi bile kurulabilir. Sadece isimlerle değil temalarla da desteklenen bir akrabalık bu. Saçma yaşamın doğallığı, yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, Pirselimoğlu’nun kendi ifadesiyle “kimlik problemi, kimliğin değişmesi, birisiyken bir başkası olmak” gibi temalardan söz ediyorum ki bu temalar Pirselimoğlu’nun Kara’larını Kafka’nın K.’larıyla yakınlaştırıyor. Özellikle de Pirselimoğlu’nun ‘Kadastrocu’daki Cemal Kara’sı ile Kafka’nın ‘Şato’sundaki kadastro memuru K.’yı…
Sinemasında da gözlenen bu yaklaşım Pirselimoğlu’nun bilerek yaptığı bir gönderme, ancak bir uyarısı da var: “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki. Kafkaesk sıfatının açıklamaya yetmeyeceği bir zaman bu (…) Dolayısıyla bence Kafkaesk sıfatı yeterli değil. Başka bir şey bulmamız lazım. Ben o başka bir şeyin filmini yapmaya çalışıyorum (…) Joseph K’nin çaresizliğiyle bugünkü Cezmi Kara’nın çaresizliği arasında bir ilişki kurulabilir. Ama Cezmi Kara’nın daha da korunmasız olduğunu düşünüyorum. Onun çarptığı duvarlar Joseph K’nin aşamadığı duvarlardan daha yüksek.”
Kafka’nın 1920’lerde, faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başladığı bir dönemde hissettiği akıl dışılığın, saçmalığın, dekadansın ve bunların yarattığı boğuntunun bugün çok daha ürkütücü halleriyle baş etmeye çalışan insan tekleri gerçekten de çok daha çaresiz durumdalar.
Böyle bir fikriyattan hareketle romanlarını çağın saçmalıklarını, akıl dışılığını, yozlaşmışlığını, boğuntusunu açığa çıkaran hikayecikler, metafor ve simgelerle inşa ediyor Pirselimoğlu. Siyasi alana dokunmuyor, daha doğrusu siyasi söz söylemiyor gibi görünmekle birlikte okuma sürecinin yarattığı çağrışımlar okuyucuyu ister istemez -genel anlamda- siyasetin içine çekiyor.
Hayatın akıl dışılığına, saçmalığına güldüren keskin ironisiyle yapıyor bunu, kara mizahın yıkıcı gücünü kullanıyor. Alışkanlıklarla körelmiş bir toplumda, artık fark edilemeyen saçmalıklara, alçaklıklara, çarpıklıklara dikkat çeken, alışkın olunan şeylerin garipliğini, garip sanılanların olağanlığını keşfetmemizi sağlayan tam da bu ironik tutum. Tesadüflerin, olayların, siyasetin, toplumun ve bireylerin saçmalığı sarsıyor bizi, çünkü bu saçmalıkların hem gerçek olduğunu hem de her an tekrarlanabileceğini biliyoruz.
Saçmalıkları vurgulamak için -önceki romanlarında da kullandığı bir anlatım tarzını- ‘Cerrah’ta daha da öne çıkarmış: Birbirinden farklı zamanlarda, farklı yerlerde vuku bulmuş olayları, durumları, kişileri aynı kareye yerleştirmiş. Tarık Kara’nın yaşadığı olayların akıl almazlığı biraz da kısa bir zaman dilimine sığdırılmalarından. Aslında hepimizin tanıklık ettiği, siyaseti ve toplumu derinden sarsmış, tarihe mal olmuş olaylar bunlar. Şimdi şaşırtıcı bulmamızın nedeni –tıpkı belleğimizde olduğu gibi- üst üste “pozlanmalarından”. Kısacası Tarık Kara’nın yaşadıkları tesadüflerden değil bu çağda ve bu coğrafyada yaşamış olmasından kaynaklanıyor ve Pirselimoğlu’nun roman kahramanlarının ‘Kara’ ortak paydasında kesişen soyadları, kara bir kaderin anonimliğine vurgu yapıyor.
Yazarlığından çok yönetmenliğin öne çıkması –muhtemelen- sinemanın daha popüler bir alan olmasından. Ancak Pirselimoğlu’nun kimliğinde -yazar ve yönetmen anlamında- bir bölünme olduğu söylenemez. Tersine sineması edebiyatını, edebiyatı sinemasını besliyor. Roman sahnelerini sinema kareleri gibi kurguladığını, mekanları sanki bir film sahnesi gibi tasvir ettiğini söyleyebilirim.
Mekanlarla birlikte kişi ve karakter zenginliği de önemli. Hatta hikayede bir görünüp bir kaybolan “figürasyonun” bile hakkını vererek insan malzemesini genişletiyor. Bazen birbirini kesen, bazen teğet geçen hikayeciklerle görünürlük kazanan bu insanlar aslında tek bir hikayenin içindeler. İşte o bizim hikayemiz; öylesine saçma, öylesine sevimsiz…
Tayfun Pirselimoğlu saçmalık ve sevimsizlikle yüzleşen, okuyucusunu da yüzleşmeye davet eden, mutlaka okunması gereken bir yazar.