Haftanın kitabı: Felaket senaryoları
Yakın tarihin travmatik olaylarını bir kıyamet atmosferinde anlatan 'Dünyalar Arasında', hiç şüphe yok ki Ayhan Geçgin’in en iyi romanı. 100 yıllık roman tarihimize ismini yazdırmayı hak eden bir başyapıt.
Yeni romanı ‘Dünyalar Arasında’da yakın tarihin travmatik olaylarını bir kıyamet atmosferinde anlatmış Ayhan Geçgin. Anlatmaktan ziyade bilinçte yarattığı tahribatı sergileyen, yaralı bir zihne yoğun bir dil ve dille iç içe geçmiş bir kurguyla nüfuz eden çok etkileyici bir metin.
Ayhan Geçgin 1970 İstanbul doğumlu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 2003’te yayımlanan ilk romanı ‘Kenarda’yı, ‘Gençlik Düşü’ (2006), ‘Son Adım’ (2011), ‘Uzun Yürüyüş’ (2015) ve 2020 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı alan ‘Bir Dava’ (2019) izledi. Behçet Çelik ve Barış Bıçakçı ile konuşmaları ‘Kurbağalara İnanıyorum’ adıyla kitaplaştı (İletişim, 2016). ‘Uzun Yürüyüş’ Fransızca ve İtalyancaya çevrildi. İstanbul’da yaşıyor.
Soğuk bir gecede, bir kayanın ovuğuna sığınmış, yaşadıklarını hatırlamakta zorlanan bir adam. Hatırlamasına hatırlıyor belki ama anlandırmakta zorlanıyor tanık olduklarına. Rayber diye tanıtacak kendisini:
“Peki Rayber kimdi? Bir zamanlar ben o muydum? öyleyse bile artık bambaşka bir hayatım var, tabii buna bir hayat, üstelik benim diyebilirsem. Rayber gerimde kaldı, Rayber’i bir yerlerde bıraktım, ben devam ettim. Kuşkusuz bu bambaşka dediğim hayatı da yakında geride bırakacağım. Düşünüyorum, kim bilir ne kadar çok ben geride kaldı. Arkamda yollarda telef olmuş, yanlış yönleıe girmiş, kimisi belki hâlâ bir labirentte çıkış yolunu bulmak için ter döken, tıpkı saçlar, tırnaklar ya da deri gibi dökülüp gitmiş bir sürü beni hayal ediyorum.”
İşte bu bir sürü benin, hepsi de türlü acılar çekmiş benliklerin hikayeleridir Rayber’in sisli bir geçmişten çekip çıkardıkları. Kah kendisinin bizzat tanıklık ettiği, kah kadim zamanlarda yaşanmış olaylardan zihnine kazınanlar Rayber’in yakın ve uzak felaketlerle yaralı bilincinden dökülüyorlar.
Yaşadığı mekanlar yıkılıp yakılmış, mekan duygusunu yitirmiş, sığınacak evi kalmamış bir insan o. Romanın bütününe yayılmış hatıra parçacıklarından kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği hakkında bizler bir şeyler çıkarsak bile böyle bir zihinle Rayber bütünlüklü bir hikaye çıkaramıyor. Ama yine de unutmamış, varlığını korumak için kendisine dönmüş, dile sığınmış.
Anlıyoruz ki savaştır Rayber’in zihnine son darbeyi vuran. Bütün geçmişi bastıran, silen, silinmeyenleri parçalayıp birbirine karıştıran kesintisiz bir şiddetin şimdiki zamandaki tezahürü olan bir savaş bu:
“Savaş başladı. Kurşun, kurşun, yağmur gibi ama bizim barış dediğimiz nedir zaten, iki savaş arasındaki duraksama değil midir? Surun o yedi büyük kapısı, üzeri bitki desenleri, geometrik şekillerle bezeli çok güzel, çift kanatlı eski kapılardır bunlar, hepsi kapandı. Bu meşeden, demir perçinli, koca, ağır kapıların kımıldayacağını, paslı menteşelerinde döneceğini hiç zannetmezdim. Şurada iki gündür, üç gündür, dört gündür, hadi bir haftadır diyerek herhalde biter diye bekledik. Bitmedi. Elektrikleri hemen ertesi günü kestiler, suyu dört gün sonra. Çöpler sokaklarda birikti, ölen hayvanların cesetleri birikti. Çocuklar ateşlenmeye başladı. Kadınlarımız düşük yaptı. Bebekler ölü doğdu. Çoğu yaşlının kalbi dayanamadı. Akşam ölüsüyle birlikte yatan insanlar oldu. Tam yirmi beş gün sonra on iki saatliğine ablukayı kaldırdılar, kaçan kaçtı, yatağım döşeğini sırtına aldı, ıvırını zıvırını torbalara doldurdu, kaçtı.”
Yakılan bir evin bodrumundan canını zor kurtaran Rayber de kaçanların peşine takılır:
“Şehir arkamda birdenbire bir seraba, hayalet şehre dönüşüyor, yıkılmış, yerle bir olmuş şehir arkamda toz duman içinde yeniden yıkılıyor. Bu fırtına hep vardı, diye düşünüyorum, çok önceden başlamış, dur durak bilmeden hep sürmüştü. Sonra yoo, diyorum, yıkılan kent değil, yıkılan benim, benim öz varlığım. Çok önce yıkıldı, yeniden yıkılıyor, hep yeniden yıkılarak o her başlangıçtan önce başlayan yıkımı tamamlıyor. Bu da öyleyse bir yıkımdan diğerine başıboş dolaşmadır.”
Bir yıkımdan diğerine, geçmişle günümüz arasında içe daireler çizerek, yollarda tökezleyerek, belleğin yaralandığı tarihsel anlarda konaklayarak anlatıyor Rayber. Asıl aradığı bir yanıttır:
“Nasılsa artık ne ses peşindeyim ne sessizlik. Peki o zaman ne kaldı? Ses değilse, sessizlik değilse ne? İşte bir soru daha. Son bir soru mu? Belki, en azından şimdilik. Yine de biraz değişik bir soru olduğunu kabul etmem gerek. Zira bir yanıt varsa bu yanıt ne sesle verilmeli ne sessizlikle.”
Ayhan Geçgin ‘Dünyalar Arasında’da yanıtı dili ve kurgusuyla bütünleşmiş bir hikaye ile veriyor…
Aslında özetlenebilecek bir hikayesi yok. Bu nedenle romanı tanıtırken alıntılara ağırlık vererek Geçgin’in dilini öne çıkartmayı tercih ettim. Zaten bu romanda dili hikayeden, hikayeyi dilinden ayırmak mümkün değil. Başta böyle bir anlatı dilinin tercihi olmak üzere anlatı tekniğinin bütün öğeleri -bakış açısı, anlatı tekniği, döngüsel zaman kullanımı- Geçgin’in iletmek istediklerinin taşıyıcısı haline geliyorlar. Ve Geçgin, edebiyatın her şeyden önce dilsel bir etkinlik olduğu fikriyatından hareketle hikayeyi edebi bir metin yaratmanın aracına dönüştürüyor.
Pramoedya Ananta Toer, geçtiğimiz haftalarda üzerinde durduğum ‘İnsanların Bu Dünyası‘ romanında bir roman kişisine şunları söyletmişti: “Resim, renklerle anlatılan edebiyattır. Edebiyat, dille anlatılan resimdir.”
‘Dünyalar Arasında’da Ayhan Geçgin de imgelerle, sıfatlarla, tasvirlerle şiddete maruz kalmış bir kentin resmini çiziyor. Daha doğrusu şiddetin insan zihnindeki izdüşümünün resmini. Kırık, dökük, derdini düşüncesini anlatamayan bir zihini görselleştirmek için belli ki her imgeye, her sözcüğe, her cümleye büyük emek harcamış.
Önceki romanlarını okuyanlar Ayhan Geçgin’in roman kişilerinin göç travmalarıyla baş etmeye çalışan insanlar olduğunu hatırlayacaklardır. İstanbul’a yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin ikinci, üçüncü kuşaktan fertlerinin kentle ya da kökleriyle kurdukları, aslında kuramadıkları ilişkinin gözlendiği hikayelerinde aidiyet sorunu öne çıkıyordu. Bilincine tam varılamamış, bu nedenle kendisini mutsuzluk ve öfke halleriyle su üzerine çıkaran duygularla baş etmekte zorlananan insanlardı roman kişileri.
‘Dünyalar Arasında’da aynı temaları çok daha yakıcı meseleler etrafında, çarpıcı bir dil ve kurguyla ele alıyor. Kent ya da ülke adı yok, belli bir tarih de vermiyor ama bellekleri biraz zinde kalmış okuyucular, Rayber’in zihninden izlediklerimizin Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 2016 yılındaki bombardıman görüntüleri olduğunu hemen anlayacaklardır.
İşte bu yıkımın yarattığı travmadır Rayber’in belleğini altüst eden. Kendine, diline sığınarak hikayelerle anlamlandırmaya çalışıyor varlığını. Ne var ki zamanın akışını izleyemeyen, belleğinin içinde hapsolmuş, sonsuz bir çemberde takılıp kalmış bir insan o. Anlayamadığı, başkalarının da anlayamayacağı korkusuyla dışarıdaki yaşanması imkansız görünen hayata bağlanmaktan vazgeçiyor.
“Vazgeçiyorlar çünkü savaşta ya da terör olaylarında karşılaşılan aşırı şiddet kişisel kimliği parçalayan ve ilişkileri sürdürme yeteneğini büyük ölçüde yıpratan travmalara yol açabiliyor; şiddet anı ve sonrası sessizlikle kuşatılırken anlamlandırma sistemi de çöküyor. Bu türden bir şiddetin sonrasında sağ kalan için gelecek nasıl imkansız görünüyorsa, geçmişe dönmek de öylesine imkansız görünecektir. Hatırlama çabası ne kadar ısrarlı olursa olsun, olumlu geçmiş daima kendi yıkımına ve yitirilmesine yol açan koşulları çağrıştıracaktır.”
Yani yaşanan olay sadece geçmişi geriye doğru etkilemekle kalmayacak, önceki ve sonraki bütün olaylara bulaşarak travma sonrası iyileşme yeteneğini sınırlandıracaktır. Bu durumda, “yaşananların yarattığı imge silinemez, soğurulamaz ve felç edici etkisini sürdürür, sağ kalanın düşüncelerini işgal eder hep”
Rayber bu felçli belleğiyle yaşadıklarının güvenilir tanığı değildir belki de ama Geçgin’in edebiyat yoluyla yaptığı tanıklık hem sarsıcı hem de güvenilir. Rayber’in tersine, hakikati muğlaklaştırmıyor Geçgin; üzeri resmi açıklamalarla örtülen hakikati açığa çıkarıyor. Rayber’in duygu ve düşüncelerini çevresinde olup bitenlerle, mekan ve olaylarla, hepsinden önemlisi diliyle öylesine kuşatıyor ki bireyselden tarihsele ve toplumsala bir kanal açıyor önümüze.
‘Dünyalar Arasında’ hiç şüphe yok ki Ayhan Geçgin’in en iyi romanı. 100 yıllık roman tarihimize ismini yazdırmayı hak eden bir başyapıt.