Bir ülkenin özgürlük umudu tribünlerde böyle baltalandı: İran’ın rejim sancısı…
Yedi filmlik haftanın öne çıkan filmi merakla beklenen 'The Flash'. Ki bekletileri ziyadesiyle karşılıyor. Wes Anderson'ın 'Asteroit Şehir' filmi ise bir hayal kırıklığından hallice. Eğlenceli animasyon 'Elemental: Doğanın Güçleri', 'Benim Babam Bir Kahraman' ise öne çıkan diğer filmler.
Batman ve Superman gibi iki şahane ikonik çizgi roman kahramanını elinde bulundurmasına rağmen DC Comics’in Marvel karşısında dikiş tutturamaması pek akıl alır gibi değil. Yıllardır çırpınıyorlar, solo hikayeler, birbirleriyle kapıştırmalar, Adalet Birliği’ni kurmalar… Çare olmadı. Lakin ‘The Flash’ şeytanın bacağını kıracak gibi görünüyor.
Andy Muschietti’nin yönettiği ‘The Flash’ bir solo hikaye değil. Adalet Birliği’nin bir üyesi olarak karşımıza çıkıyor Flash. Hatta usta kahraman Batman’ın çömezi olarak resmediliyor. Batman suçluları yakalarken Flash onun arkasını topluyor. İşin içinde Superman ile Wonder Woman da var. Ama The Flash’a abilik eden Batman.
Flash da tıpkı Batman gibi aile konusunda yaralı bir kahraman. Annesi öldürülmüş, suç da babasının üzerine kalmış. Babasının katil olmadığını biliyor ama onu hapisten de kurtaramıyor. Hızlı depar attığı bir an zamanda yolculuk yapabileceğini keşfedince geçmişe gidip annesinin ölümüne engel olma fikri beliriyor. Batman bu fikre karşı çıksa da bizimkisi geçmişe gidiyor ve annesi ölümden kurtarıyor. Ama kendi zamanındaki olayların akışını da değiştirmiş oluyor. Sonraki tam bir macera…
Senaristler Christina Hodson, Joby Harold öncelikle hem Superman ve Batman’le ilgili literatürü iyi etüt edip onların sinemadaki personasına uygun bu iki kahramanı senaryoya yerleştiriyor. Lakin bir sürprizle Superman yerine onun kuzeniyle yola devam edip Supergirl’ü devreye sokuyorlar.
Malum Batman ve Superman Marvel’in karakterleri gibi eğlenceli değiller, ciddi kahramanlar onlar. Üstelik daha karanlık yönleri var ve sinema personları da biraz ağır abi şeklinde. Bu iki süperi yeni nesle hoş göstermek için Superman tamamen devreden çıkarken Batman’i de usta bir bilgeye dönüştürüp Michael Keaton’u göreve çağırmışlar. Saçı sakalı uzamış Batman kahramanlık konusunda çoktan havlu atmış.
Flash’ın derdi büyük annesini belki kurtarıyor ama zamanda kırılma yarattığı için geleceği de değiştiriyor. Bu yetmez gibi bir de bir kişilik olarak beliren kendi gençliğiyle uğraşmak ona da abilik yapmak zorunuda. Ki bütün bunlar ‘Geleceğe Dönüş’ serisinden ilhamla yapılıyor. Ki bu filme selam da çakılıyor. Yani çoklu evren meselesine biraz aşina olduğumuz sulardan dalıyor film. Ve tüm maceranın odağında da bir yüzleşme, Flash’ı kendi gerçekliği ile barıştırma fikri var.
Anne-oğul meselesi, daha doğrusu aile hikayesi bir anaakım sinemada tekrar karşımızda. James Cameron’ın ‘Avatar: Suyun Yolu’nda olduğu gibi aileyi kurtarma fikrinden yola çıkılsa da Flash bunun sonuçlarıyla yüzleşiyor ve tercihini insanlıktan yana kullanıyor. Hal böyle olunca aslında film bir büyüme ve yetişkin olma hikayesine dönüşüyor.
Yani The Flash iyi yazılmış senaryosuyla sadece izle ve eğlen filmi değil. DC Comics evrenini derleyip toparlayan, bir fikre saplanıp kalmak yerine, zamanda yolculuktan kişisel yüzleşmeye ve büyüme öyküsüne uzanan hikayesiyle katmanlı bir hikaye yapısı sunan, duygusal tonlar da barındıran bir film.
Batman’i canlandıran oyunculara ziyadesiyle saygı sunan film Superman’leri de unutmuyor. Christopher Reeve’i gördüğümüz gibi Tim Burton 1997’de başladığı ancak bitiremediği ‘Superman Yaşıyor’ filminde Superman’i canlandıran Nicholas Cage’i de görüyoruz.
Yönetmen Andy Muschietti, senaryodan gelen tüm incelikleri iyi bir şekilde kullanıyor aslında. Aksiyona boğmadan çarpıcı sahneler dizayn ediyor. Ki bu tür sahnelerin duygu rengini de iyi tutturuyor. Mesela filmin başındaki bebekleri kurtarma sahnesi hem eğlenceli hem de son derece umutlu. General Zod ile yapılan savaş ise fedakar kahraman miti üzerine kurulu.
Fakat her şeye rağmen Rus düşmanlığını körü körüne körüklemesi filmin zayıf yönlerinden biri. Ki hikayede bunun detaylarına girme tenezzülünde bile bulunulmamış. İlginç geldi açıkçası bu durum. Daha doğrusu böylesi bir toplamın içinde çok sırıtan bir nokta oluyor bu düşmanlık.
Sonuç olarak DC Comics için ‘The Flash’ bir kurtarıcı olmuş. Üstelik hikayesi, meselesi ve eğlencesiyle yeni nesil Örümcek Adam’a da ciddi bir rakip haline gelmiş durumda. Marvel dünyasının genişleyen evreninde artık kaybolmaya başlamışken DC Comisc evreninin bu akıllıca hamlesi takdiri hak ediyor açıkçası…
Yönetmen Wes Anderson’ın özel bir sinema var. Tırnaklarıyla kazıya kazıya oluşturduğu bir sinema. Lakin bir önceki filmi ‘Fransız Postası’nda gördük ki, kendini tekrarlamaya başladı. Bu tekrar hissini veren tiyatral retro sinematografisi değil, hikaye anlatımındaki becerisini eskisi gibi ortaya koyamaması. Son dönemde ‘Büyük Budapeşte Oteli’, ‘Köpekler Adası’ gibi iki şahane film sonrası açıkçası ‘Fransız Postası’ bir naif girişim gibi gelmişti bana. Lakin Ömer Kavur’un da dediği gibi iyi yönetmenlerin kötü film çekme hakı vardır.
Cannes Film Festivali’nde adeta gövde gösteri yapan ‘Asteroit Şehir’i izleyince Anderson cephesinde işlerin pek de iyi gitmediği anlaşılıyor. Çünkü hikaye anlatımı ve seyir keyfi konusunda ‘ Fransız Postası’ndan daha düşük profilli bir film var karşımızda.
Anderson yine yıldızları toplamış durumda. Jason Schwartzman, Scarlett Johansson, Tom Hanks, Jeffrey Wright, Tilda Swinton, Bryan Cranston, Edward Norton, Adrien Brody, Liev Schreiber, Hope Davis, Stephen Park, Rupert Friend, Maya Hawke, Steve Carell, Matt Dillon, Hong Chau, Willem Dafoe, Margot Robbie, Tony Revolori, Jake Ryan, Jeff Goldblum…
Bir yazarın daktilo başında hikaye yazmasıyla başlıyor film. Bir hikayenin nasıl oluştuğunu ve bu hikayenin hayata geçirilme sürecini anlatarak giriyor filme. Kurmaca bir dünyaya dışarıdan içeriye doğru bir serüven anlatırken de bize bu dünyayı kuran insanları da tanıtıyor. Yani hem içindeyiz çemberin hem de dışında.
Anlatılan hikaye ise 1955 yılında çöl kasabasında geçiyor. Üç kızı bir oğluyla yolculuk yapan, eşini yeni kaybetmiş bir savaş fotoğrafçısı arabaları bozulunca kasabaya gelmek zorunda kalıyorlar. Yıllar önce bir gök taşının düştüğü kasabanın başka misafirleri de oluyor. Kıdemsiz Yıldız Gözlemcileri ve Askeri Uzay Öğrencileri Kongresi’nin üyeleri gibi. Tam da onlar kasabadayken bir uzaylı gelmez mi kasabaya. ABD hükümeti karantina ilan edince mecburi ikamet başlıyor herkes için.
Anderson bir ayağımız hikayenin içinde bir ayağımız dışında bir anlatı geliştirmiş durumda. Yazar olmak, hikaye üretmek, onu hayata geçirilmesi… Filmin ilk baştaki anlatı izlediği belli bir noktadan sonra silikleşiyor. Anderson tamamen hikayenin içindeki meselele odaklanıyor. Anlattığı hikayenin odağında yalnızlık, iletişimsizlik, duygularını ifade edememe hali gibi insanı durumlar var. Ama bu acıkı bir hikayeye dönüşemiyor. O eski filmlerindeki mizah var ama Amerikan soğuk espirisi kıvamında artık. Yani tam işlenmiş değil. Hal böyle olunca sıkıcı bir Wes Anderson filmiyle tanışıyoruz.
Açıkçası filmin bir noktasında başrol oyuncusu bir nefes almaya ihtiyacı olduğunu söyleyip stüdyonun dışına çıkıyor. Naçizane iyi başlayıp işin devamını getiremeyince böylesi bir boğuculuk hissi veriyor film. Bir nefes alma ihtiyacı hissettiyor.
İki filmdir yazar dünyasına yazarın kağıt üzerinde kurduğu dünyanın peşine düşen Wes Anderson nihayetinde senaryo konusunda bir problem yaşıyor. Sinematografi konusunda kendi tarzını yaratan özgün bir sinema dili tutturan Anderson’ın içerik ve biçim dengesini tutturduğu filmleri bekliyoruz eskisi gibi.
Disney ve Pixar’ın yeni animasyonu ‘Elemental: Doğanın Güçleri’, Peter Sohn imzasını taşıyor. Sert, kıvrak zekâlı, ateşli ve hırçın bir genç kadın Alev’le, eğlenceli, şapşal ve her şeyi akışına bırakan Deniz’le kurduğu arkadaşlığı anlatıyor. Lakin bu arkadaşlık ateş, su, toprak ve hava elementlerinin bir arada yaşadığı Element Şehri’nde yaşanıyor. Kahramanlarımız da tabii temsil ettikleri elemenlere göre davranıyor. Netice olarak eğlenceli bir animasyon var karşımızda.
Saim Sadiq’ın yazıp yönettiği ‘Joyland’, oğullarından beklentilerini karşılayamayan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Otoriter babalarının izinden çıkmayan ataerkil Rana ailesi, ailenin soyunu devam ettirecek olan erkek çocuklarının varlığı ile gurur duyar. Ancak ailenin hem çevreye hem de kendilerine karşı duruşlarının değişmesine neden olan bir şey olur. Ailenin küçük oğlu Haydar, gizli erotik bir kabarede çalışmaya başlar ve çok geçmeden kabarenin trans kadın şarkıcısına aşık olur. Filmde Ali Junejo, Alina Khan, Sania Saeed rol alıyor.
Orçun Benli’nin yönettiği ‘Benim Babam Bir Kahraman’ tam da haftanın önemine, yani Babalar Günü’ne uygun bir film. Belediyede temezlik işçisi olarak çalışan Altan, eşi öldükten sonra oğlu Can ile birlikte, İstanbul’un zengin semtlerine komşu bir gecekondu mahallesinde oğlu Can ile yaşamaktadır. Kendilerine hayatın zorluklarına dayanabilecekleri küçük bir dünya kuran Altan, düştükleri en zor durumda bile bunu bir oyuna çevirebilen ve en trajik anda dahi etrafındakileri güldürebilen bir babadır. Can’ın ise bütün dünyası çizgi romanlardır.
Günün birinde Can’a dördüncü evre kalp yetmezliği teşhisi konması Altan’ın dünyasını başına yıkar. Can’ın tek şansı kalp naklidir ve onun yaşında bir çocuk için donör bulmak oldukça güçtür. Bundan sonra Altan’ın yapabileceği tek şey Can’ı mutlu edip moralini yüksek tutabilmektir. Altan, Can’ı mutlu etmenin yolunu çizgi romanlarda bulur. Ve çevresindeki herkes de Altan’ın çabasına ortak olur. Ufuk Bayraktar, Mahir İpek, Selim Erdoğan’ın rol aldığı film takdir edersiniz ki duygusal tonu yüksek filmlerden biri.
Gelelim haftanın yerli korku gerilim filmine. Bu hafta vizyon menüsünde Utku Uçar’ın yönettiği ‘Hüddam 3: Lamia’ var. Davut, yıllar önce hizmetkarı Lamia ile yanlış bir anlaşma yapmıştır ve bu anlaşmanın bozulması için kendi canına kıyar. Babasının ölümü ile yıkıma uğrayan Asaf, yaşananlar hakkında gerçeği öğrenmek ve bu laneti sonlandırmak için tıpkı babası Davut gibi Hüddam ilmine başvurur. Lamia, bu zamana kadarki tüm hizmetkarlardan çok daha kuvvetlidir ve Asaf’ın bu durumdan haberi yoktur. Kendisini korkunç bir gerçekle yüz yüze bulan Asaf, anlaşmayı bozmak ya da anlaşmaya uymak arasında kalır.
Eray Altay’ın yönettiği, Ekin Mert Daymaz, Ege Kökenli, Sarp Can Köroğlu’nun rol aldığı filmde sevdiği kadının kalbini kazanmaya çalışan obsesif Mert’in hikayesi anlatılıyor. Çevresi tarafından sevilen, başarılı bir iş insanı olan Mert, obsesif biridir. Düzen takıntılığı nedeniyle kendisini zor durumların içerisinde bulan Mert, gönlünü Beren adında genç bir kadına kaptırır. Mert, Beren’in kalbini kazanmak için türlü planlar yapar. Ancak Beren’in kimsenin tahmin edemeyeceği gizli sırları vardır.