Haftanın kitabı: Felaket senaryoları
Melih Günaydın’ın 'Buzlar Çözülünce' romanı, birbirine paralel akan hikayelerinin ustaca kurgulanışı, mekan çizimleri, gerilimli atmosferi ve karakterleriyle iyi bir roman olmasının yanında yer verdiği suçların gerçekliğiyle iyi bir siyasi polisiye
2020’li yılların soğuk bir kış gününde, Kocaeli’ne bağlı Kartepe’de bulunan 20’li yaşlarında bir kadın cesedinin soruşturması sırasında tanışıyoruz Defne ile. Polis Okulu’nu birincilikle bitiren ama teşkilatta ve hayatta kadın olmanın engellerine takılarak arzuladığı yerlere henüz ulaşamamış bir komiser. Vilayet savcılarından Nevzat’tan yeni boşanan Defne, ailesiyle oturmak zorunda kalması bir yana ilkokul çağındaki oğlu Barış’ın boşanma sonrası yaşadığı psikolojik sorunlarla da uğraşıyor. Ancak işinde başarılı, aldığı vakaları sonuna kadar kovalamaya azimli ve vicdan sahibi bir kadın.
Olay mahalline ulaştığında; “Defne cesedin başında dikildi: Kadının yüzü gökyüzüne dönük. Boynuna düşen düz saçlarının uçlarında kar taneleri birikmiş. Alnından başlayarak burnuna kadar devam eden derin çizikler, donmuş kan damarlarıyla dolu. Avuç içleri kara saplanmış. Entariye benzeyen sarı ve mor çiçeklerle bezenmiş düğmeli elbisesinin önü, geniş bir yırtıkla açılmış. Göğsünde, ensesinde ve kalın kollarının bileklerindeki morluklar parlıyor (…) Kadının elini kardan çıkarıp inceledi. Parmakları kalın ve etli. Doğrulup ayakucuna yürüdü. Yavuz Müdür gözlerini kısmış onu takip ederken, Defne cesedin eteğini kaldırıp iç çamaşırını sıyırdı (…) doğrulurken, ‘Ceset bir kadına ait değil’ dedi (…) ‘Bir erkek’…”
Olayın bir travesti cinayeti olduğuna karar veren amirleri, vakanın önemsiz olduğuna karar verip rahatlamıştır. Ancak Defne onlarla aynı fikirde değildir. Yardımcısı Memo ile birlikte işin üstüne gittiğinde cesedin Afganlı bir gence, bir ‘Bacha Bazi’ye ait olduğunu ortaya çıkarır. ‘Bacha Bazi’nin zengin ve güçlü erkekler tarafından yoksul ailelerinden satın alınarak eğlence ve cinsel amaçlı kullanılan yaşı küçük oğlan çocuğu anlamına geldiğini öğrendiğinde bunu yaratan kültürden tiksinecektir.
Roman eş zamanlı iki ayrı hikaye biçiminde kurgulanmış. İkinci hikayenin kahramanı Ali, 32 yaşında. Bir yayınevinde grafiker olarak çalışıyor ve psikolojik sorunlarla boğuşuyor.
Gittiği psikiyatristin çizdirdiği resimlerin yarattığı farkındalıkla Ali, İstanbul metrosunda sergilenen çocuk resimlerinde bir gariplik sezinler. Resimlerdeki bacasız evlerin çocukların uğradığı cinsel istismarın ifadesi olabileceğini düşünen Ali, arkadaşı Eylül ile birlikte işin peşinde düştüğünde farklı okulları kapsayan sergide iki ortak nokta bulunduğunu fark edecektir; çocuklara yardımcı öğretmenlik yapan kayıp bir genç kız ve okullara bağışta bulunan güçlü ve tanınmış bir holding…
Romanın bundan sonrasında her iki hikaye de -heyecan ve aksiyonun yükseldiği sahnelerle- çok hızlı bir akış kazanıyor. Ali ve Eylül’ün kayıp kızı bulma çabaları onları İstanbul’un ücra bir köşesinde mülteci çocukları barındıran bir kuruma götürür. Memo ve Defne’nin üstlerinin baskılarına rağmen İstanbul’a taşıdıkları araştırmada yolları bir vakıf yurduna düşer.
Ve en nihayetinde bütün aktörlerin kaderleri bir noktada kesişececektir.
Bu köşede ele aldığım Petros Markaris, Andrea Camilleri ve Murathan Mungan’ın polisiyelerinde suç kurgusunu okuyucuya hoşça vakit geçirtmekten ziyade günümüzün çeşitli toplumsal ve siyasal sorunlarına götüren bir geçit olarak kullandıklarını belirtmiştim. Yazarların ülkelerindeki düşünce ve hayat tarzlarını sorguladıkları bu romanlarda suçun toplumsal görüntüsü ve bireylerde yarattığı travmalar öne çıkıyordu.
‘Buzlar Çözülünce’ de birbirine paralel akan hikayelerinin ustaca kurgulanışı, mekan çizimleri, gerilimli atmosferi ve karakterleriyle iyi bir roman olmasının yanında yer verdiği suçların gerçekliği ve yakıcılığıyla iyi bir siyasi polisiye örneği. toplumsal hayatın gerçeklerine dayanan suç kurgusuyla, gerilimli atmosferi, olayları ve karakteriyle çok doyurucu bir polisiye hem de…
Kahramanının bir komiser olmasına rağmen polis soruşturması ağırlıklı bir hikaye anlatmıyor Melih Günaydın. Bunun yerine teşkilatın siyasi ve bürokratik engellerine takılan bir polisin kendi başına iz sürmesini koyması, belki daha inandırıcı bir tercih.
Genel olarak sistemin aksaklıklarını bireysel kabahatler, kötülükler, davranış bozuklukları üzerinden ele alıyor ama arka planda ürkütücü bir toplum silüetini farketmemizi de sağlıyor. Suçlular, sapıklar, apaçık kötülükle yoğrulmuş -acımasız- karakterler üzerinden Türkiye’nin kanayan yaralarına, suskunlukla kuşatılan karanlık bölgelerine açılan bir yolcuğa çıkıyoruz. Zorluklarla dolu yolları aşarak gelmiş mültecilerin, hayatlarına kimsenin değer vermediği travestilerin, çığlıkları duyulmayan çocukların, ensest mağdurlarının dünyalarına gideceğiz.
Melih Günaydın, bu yolculuğu -erkek egemen zihniyet dünyasında farklı cinsel kimliklerin ortak mağduriyetini vurgulamak için- bir kadının rehberliğine bırakmış;
“İkimiz de giydiğimiz eteğe saygı duymadıkları için haksızlık görüyoruz. Bunu seçmişsin ya da öyle doğmuşsun, fark etmiyor. O eteği giydin mi, aynısın. Herkesin gözünde aynısın. Toplumun da emniyetin de… Önce adaletsizlikle karşılaşıyorsun, sonra da o duvarı yıkmak için kimisi canından kimisi rahatından oluyor.”
Bir yandan kayıp kızın diğer yandan Afgan gencin izi sürülürken Kocaeli ve İstanbul’dan pek çok mekan ve insan tipi ile karşılaşıyoruz. Travestilerin pazarlandığı batakhaneler, öğrenci yurtları, yoksul mahalleler, zengin semtler hatta sanal alemler, barındırdıkları türlü çeşit insanla harmanlanıyorlar.
Elbette soruşturmanın hedefi failleri ortaya çıkarmak ama Günaydın’ın asıl ortaya çıkarmak istediği suçun nedenleri. Ve ortaya çıkan nedenler -her seferinde- okuyucuların daha derinlerde yatan, daha hakiki suçlarla ve onları yaratan vicdan ve ahlak yoksunu bir dünya ile yüzleşmesine yol açıyor.
Nedenler derken hem teker teker insanlarda somutlanan kötülükten, kötülüğün psikolojik dinamiklerinden hem de bu dinamikleri harekete geçiren siyasi, ekonomik, kültürel sorunlardan daha doğrusu çarpıklıklardan söz ediyorum. Sonuçta mültecilere, travestilere, çocuklara, kadınlara karşı işlenen suçlar karşısında toplumsal rıza anlamına gelen suskunluk ya da görmezden gelme hali toplumsal hayata yayılan sıradan kötülüğe dönüşüyor.
Böyle bir içerikle ‘Buzlar Çözülünce’nin, Japonya polisiye yazımında 2000’li yıllarda doğan – ve okuyucuyu ürpertecek, rahatsız edecek olayları ele alarak insan doğasının karanlık yanlarını açığa çıkarmayı amaçlayan- İyamisu akımına yaklaştığını söyleyebilirim.
Kimi zaman hikayenin polisiye yanını zayıflatan bir eğilim ama Melih Günaydın, dramatik hatta trajik vakaların suç kurgusunun önüne geçmesini frenlemesini bilmiş. Buna karşılık bu yazıda toplumsal meseleler ağır bastı. Oysa başta da söylediğim gibi okuduğumuz biçim ve içerik açısından da iyi bir roman.
Özellikle sanal gerçeklikte geçen sahnelerin tasvirini başarılı buldum. Böyle bir kurguyu Kolombiyalı yazar José Edmundo Paz Soldan’ın ‘Turing’in Hezeyanı’ ya da Jonathan Holt’un ‘Yüz Karası’ romanlarında da görmüştük. Sanıyorum “Buzlar Çözülünce” bizdeki ilk örneği oluyor. Hazmı belki zor ama siyasi polisiyenin hakkını veren bir roman.
Melih Günaydın 1988 yılında Trabzon’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Edremit’te tamamladı. Uzun süre gazetecilik yaptıktan sonra yayıncılık sektörüne geçti ve halen bu sektörde editör olarak çalışmayı sürdürüyor. Yazıları, öyküleri, söyleşileri çeşitli gazetelerde, edebiyat ve haber sitelerinde yayımlanan Günaydın’ın ilk romanı ‘Sürgün Avı’ 2020 yılında Kayıp Rıhtım Yılın En’lerinde Yılın En İyi Yerli Polisiyesi seçilmiş, aynı sene Poyabir’in düzenlediği Kristal Kelepçe Ödülleri’nde finalist olmuştu.