Haftanın kitabı: Tindari Gezisi ve Sicilya usulü suçlar
Okurlar ve eleştirmenler tarafından çağdaş Şili edebiyatının en önemli seslerinden biri olarak nitelendirilen Paulina Flores, ilk romanı 'Aldanış Adası'nda yalnızlığın, başarısızlığın ve umutsuzluğun bir araya getirdiği insanların hikayesini anlatıyor.
Genç bir yazarın ilk romanını yazarken konu seçiminde zorlanması ve anlatacağı hikayeyi otobiyografiye dönüştürmesi sıklıkla görülür bir durumdur. Belki de hem üniversitede aldığı edebiyat eğitiminin hem de Şili’nin ünlü yazarlarının edebiyat atölyelerine katılmasının sağladığı birikimle Paulina Flores, farklı bir seçim yapmayı başarmış.
Esin kaynağı, gazeteci Rodrigo Fluxá’nın Magellan Boğazı’ndaki balıkçılık endüstrisinin istikrarsız ve şiddet içeren koşullarından bahsettiği bir gazete yazısı. Asya bandıralı gemilerdeki pek çok işçinin dayak, açlık, maddi sömürü gibi kötü çalışma koşulları nedeniyle -daha fazla aşağılanmaya katlanmaya devam etmektense- Macellan Boğazı’nın buzlu sularına atlayarak Punta Arenas’a ulaşmayı denemelerini konu edinen o yazı, ‘Aldanış Adası’nın çıkış noktası olmuş.
Hikaye ellili yaşlarındaki Miguel’in denizde boğulmak üzereyken bulunan genç bir adama yardım elini uzatmasıyla başlıyor. Lee, çalışanları için yüzen bir cehennem olan Melilla adlı gemiden kaçan Koreli bir işçidir.
Yıllar önce başkent Santiago’yu terkedip Şili’nin en güneyindeki bu ıssız yerde basit ve yalnız bir hayat sürdürmeyi seçen Miguel, bir şekilde yakınlık duyduğu Lee’yi yetkililere ihbar etmektense evinde saklamaya karar verir. Bu türden kaçaklara alışık, merkezi otoriteyle bağları zayıf, kendi halinde insanların yaşadığı kasabada Lee’ye bir süreliğine ev sahipliği yapmak zor değildir. Ne var ki davetsiz bir misafiri hesaba katmamıştır; kızı Marcela’yı.
İşinde ve ilişkisinde yaşadığı başarısızlıkların duygusal travmasıyla Marcela, Santiago’dan uzaklaşıp her şeyi geride bırakma kararıyla gelir babasının evine. Önce çok uzaklardan gelmiş bir kaçakla karşılaşmanın şaşkınlığını yaşar ama çok geçmeden üç karakter arasında sevecen bir ilişki kurulur.
Lee’nin Şili dilini, Miguel ve Marcela’nın ise Lee’nin dilini bilmemeleri engel değildir. Miguel ve Marcela, anlayacağını farz ederek Lee ile mütemadiyen konuşur, kendilerini ve sorunlarını anlatıp dururlar. Öte yandan Marcela ve Miguel, yani baba ve kız arasında da yıllar sonda bir diyalog kanalı açılmış gibidir.
Roman karakterleri arasındaki bağın güçlenmesi sizi yanıltmasın; aynı dili konuşsalar da konuşmasalar da birbirleriyle iletişimleri biraz sorunlu. Beceriksiz ve yarım kalmış diyaloglarla -birbirlerine söylemeseler bile- okuyucu olarak bizler her üçünün de ifşa etmekte zorlandıkları sırları olduğunu biliyoruz. Lee’nin gemide sürdürdüğü hayata yapılan geri dönüşlerle ya da bu üç karakterin birlikte göğüslemek zorunda kaldıkları olayların etkisiyle sırlar yavaş yavaş aydınlanırken asıl soru çıkar ortaya: Peki ya bundan sonra?..
Çıkış noktası gerçeklere dayansa, Paulina Flores gerek bu konu gerek olayların geçtiği mekanlarla ilgili -Kore’ye seyahat da dahil olmak üzere- çok geniş bir araştırma yapmış da olsa toplanan malzemelere, yani endüstriyel balıkçı gemilerindeki kötü koşullara dair bir hikaye değil okuduğumuz.
Bunlar sadece üç yıllık bir yazma sürecinin ürünü olan ‘Aldanış Adası’na sağlam, inandırıcı bir geri plan sağlıyor. Günümüz dünyasında denizler özelinden mevcut sömürü durumuna ve vahşi kapitalizme dikkat çeken roman, insanların hayatlarındaki daralmadan sıyrılmak için giriştikleri mücadele ile gündelik gerçekliğin sınırlarını aşıyor. Flores’in asıl ilgilendiği, roman kişilerinin -ve insanlığın- maruz kaldıkları olaylarla baş ediş biçimleri…
‘Aldatma Adası’na adını veren Isle Deception da gerçekten var olan bir yer. Buraya eskiden aldatma anlamına gelen ‘decepción’ sözcüğünün layık görülme nedeni aslında gerçek bir ada olmadığı halde çevresindeki yansımaların göz yanılgısına neden olması ve bir ada algısı yaratması. Bu nedenle Seyyah Nathan Palmer burayı ilk ziyaretinde hayal kırıklığının ifadesi olarak kullanmış decepcion sözcüğünü. Paulina Flores ise sözcüğü roman karakterlerinin sahip olmak istedikleri ama olamadıkları hayatların metaforu olarak seçmiş gibi görünüyor.
Romanın ana temasının kaçış olduğunu söylemek mümkün. Miguel, evliliğin yükünü taşıyamadığından, Marcela kendisini her bakımdan başarısız hissettiği için, Lee ise önce gemiye tayfa olarak yazılarak ardından gemiden atlayarak kaçaklar kervanına katılmıştır. İlginç olan kaçılan yerin yeni hayatlar kurmak açısından hiç de vaatkar olmaması ve kaçakların yeni ilişkiler kurmakta zorlanmaları.
Hikayenin görünür yüzünün ardında ise Paulina Flores’in tartışmaya açtığı meseleler var; mesela kaçacak bir yerin olmaması. Bir başka önemli meseleyi ise şöyle özetlemiş; “roman iletişim, dil, insan ilişkileri, bağlantı kurma şeklimiz, o yakın ilişki hakkında sorular ortaya koyuyor.”
İletişim sorunu sadece Lee’nin dilini bilmemekten kaynaklanmıyor. Dil engeline rağmen Miguel ve Marcela Lee ile uyum sağlamakta sıkıntı çekmiyorlar. İletişimin ya da insani bağların daha sorunlu olanı baba-kız arasında. Söz konusu sorun Lee’nin hayatlarına girmesi ile biraz olsun giderilecek, Miguel ve Marcela geçmişin hayaletleriyle, korkularıyla ve yereldeki akrabalarıyla yüzleşecekler.
Ve işte tam bu noktada alışılageldik temalar çıkıyor karşımıza; aile kurumuna, aile bağlarının kişiyi kuşatan boğuculuğuna, güvenilir bir ilişki ararken feda edilen özgürlüğe kıvrak kalem darbeleriyle dokunuyor Flores. Aile kurumunun yarattığı sürtüşmeleri, rahatsızlıkları kişiler arasındaki diyaloglarla sergiliyor.
‘Aldanış Adası’nın en çarpıcı bölümleriyle Melilla gemisinde geçen sahnelerde karşılaşıyoruz. Kapitalizmin geldiği son aşamada doğanın yağmalanmasını, çalışanların üzerindeki sonsuz tahakkümü, mülteciliğin dinamiklerini sergilerken, hikaye gergin bir atmosfere bürünüyor.
Bu sahnelerdeki anlatımın görselliğinin çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Doğanın güzelliği ile zorlu yaşam koşulları tam bir zıtlık yaratıyor. “Okyanusun ortasında olmanın ve her tarafa bakmanın ne demek olduğunu anlatmak istedim. Sonsuzlukta, bir tür özgürlükte hapsolmanın nasıl ezici olduğunu görmek zorundaydım” diyen Flores, dilinin güzelliği sayesinde amacına ulaşmış. Bu yakıcı meselenin yanı sıra Şili devletinin Patagonya bölgesinin kadim topluluğu Mapuchalar’a yönelik sistematik şiddetine yer vermeyi de ihmal etmemiş.
‘Aldanış Adası’ olaylardan çok çevrenin ve duyguların öne çıktığı atmosferik bir anlatı. Elbette bir baş yapıt değil ama çok başarılı bir ilk roman.
Paulina Flores, 1988’de Santiago, Şili’de doğdu. Şili Üniversitesi İspanyol Edebiyatı bölümünü bitirdi. Okumak kadar yazmakla da ilgileniyordu. Luis López-Aliağa’nın ve Alejandro Zambra’nın edebiyat atölyelerine katıldı. 2011 yılında Ulusal Kitap ve Okumayı Teşvik Fonu’ndan kazandığı bursla yazmaya başladı.
Üç yıl sonra, ‘Ne Rezalet’ adlı hikayesine Roberto Bolaño Ödülü verildi. İlk kısa öykü koleksiyonu 2015 yılında aynı adla yayımlandığında Sanat Eleştirmenleri Çevresi’nin En iyi Yazar Romanı Ödülü ile Santiago Belediyesi Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
The Country dergisi tarafından 2016’nın en iyi 10 kitabından biri olarak seçilen ‘Ne Rezalet’, İngilizce ve Japonca da dahil olmak üzere sekiz dile çevrildi. 2021’in başında Barselona’daki Pompeu Fabra Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde yüksek lisansına başladı. Aynı yılın nisan ayında Granta dergisi tarafından 30 yaşın altındaki 25 en iyi iyi 25 hikaye anlatıcısından biri seçildi ve yine aynı yıl ilk romanı ‘Aldanış Adası’nı (2021) tamamladı.