Yozgatlı çiftçi Cumhuriyet’i toprağına yazdı
15 Ocak'ta hayatını kaybeden araştırmacı-yazar Hanri Benazus'un daha önce yayınlanmamış bir röportajı Cumhuriyet'te yayınlandı. Geniş bir fotoğraf arşivi olan Benazus, Tolga Aydoğan imzalı röportajda Atatürk ile anılarını anlatmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazdığı kitaplar ve binlerce fotoğraftan oluşan fotoğraf koleksiyonuyla tanınan Hanri Benazus 15 Ocak’ta hayatını kaybetmişti. Araştırmacı yazarı Türkiye, “Atatürk’ün leblebilerini yiyen çocuk” olarak tanıyor. Ancak o, bundan çok daha fazlasıydı. 94 yıllık ömrüne nice anı sığdıran Benazus’un daha önce yayınlanmamış bir röportajı okurla buluştu. Yazarla röportajı yapan isim Tolga Aydoğan. 22 Ekim 2019’da Ankara Kitap Fuarı sırasında gerçekleştirilen röportaj Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.
2019 yılında gerçekleşen röportajda Tolga Aydoğan’ın “Atatürk sizin için ne ifade ediyor?” sorusuna cevap veren Hanri Benazus “Biz Atatürk’ün devrimleriyle büyüdük” sözleriyle başlıyor açıklamaya ve şöyle devam ediyor: “Ona minnetimiz ve sevgimiz asla bitmez, çünkü Atatürk bambaşka bir insandı. Nedenine gelirsek, herkes beni “Atatürk’ün leblebilerini yiyen çocuk” olarak bilir. İşte bu hatıranın içinde önemli bir detay vardır. Atatürk, Nazilli Basma Fabrikası’nı açtıktan sonra 9 Ekim 1937’de trenle Söke’ye giderken Ortaklar Köyü’ne uğrar. O sıra babam da karşılama heyetindeydi. Ben de onunla Atatürk’ü karşılamaya gitmiştim. Atatürk trenden inip halkla konuşurken yanına gittim, sonra büyük Atatürk’ün vagonuna geçince masadaki leblebileri yedim” dedi.
Herkesin bildiği bu olayın devamında yaşananları ise Hanri Benazus şu sözlerle anlatmış: “Yaşadığım bu hatıranın içindeki o detay Atatürk’ü yüce bir konuma getirir ve bizlere büyük bir mesaj verir. O gün Atatürk bana adımı sorduğunda “Hanri Benazus” dedim ama o bana “dinin ne, niye adın Hanri” diye sormadı. Ayrıştırmadı beni! O yaşta Türklüğün ne manaya geldiğini öyle güzel anladım ki… Hani Atatürk’ün o meşhur bir sözü var ya “Ne mutlu Türküm diyene” diye. İşte onu benden daha iyi anlayabilecek başka biri yoktur. Din, dil, ırk, mezhep hiçbir ayrım yapmadan “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek hepimizi birleştirdi o, ayrıştırmadı. O olmasa kim bilir hangi memleketin boyunduruğunda olacaktık, ona dua etmemiz, şükretmemiz gerekmez mi?”
Türkiye’de büyük üzüntünün yaşandığı 10 Kasım 1938’e dair hatırladıkları da vardı Hanri Benazus’un. O gün İzmir’de yaşananları şu sözlerle anlatıyordu: “Saat 11.00 gibi sokaktan bağırtılar geldi, herkes camlara çıktı. Biri “Atatürk’ümüz ölmüş” diye bağırıyordu. Onun vefat ettiğini anlayınca evin orta katındaki bir odaya kendimi kilitledim. Sekiz yaşındaydım ve hayatımda o kadar üzüldüğüm bir gün olmamıştı. Ağlamaya başladım. Pencereden aşağı baktığımda bir çöpçü elindeki süpürgeyi atmış, kaldırım taşına oturup hüngür hüngür ağlıyordu. Tanıdığımız bir balıkçı kaldırıma oturmuş dövünüyordu. Bulunduğumuz sokağın başında karakol vardı, polisler kapı önüne çıkmış onlar da ağlıyordu. O gün İzmir’de Atatürk öldü diye üzülmeyen, ağlamayan yoktu. Hani Atatürk’ün bazı devrimlerine karşı çıkan bir kesim olmuştu ya. Zamanla onlar da Atatürk’ün büyüklüğünü ve yerinde reformlar yaptığını anlamış, vefat ettiği gün onlar bile ağlayıp üzülmüştü. O kadar dil döktüler, çıkmadım, sonunda kapıyı kırdılar. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bugün bile Atatürk’ümüzün vefatını kabul edemem.”
Koleksiyonunda binlerce Atatürk fotoğrafı bulunan Hanri Benazus bu fotoğrafları nasıl biriktirmeye başladığını da şöyle anlattı: 17 yaşında İzmir Atatürk Lisesi’nde okuyordum. O yıl lise sondaydım ve öğlenciydim. Bu yüzden sabahlarım boş olurdu. Sabahları haldeki bir kabzımalda çalışırdım. Sabah beşte uyanır, meyve sebze halinde işleri yaptıktan sonra öğlen de okula geçerdim. Patates, patlıcan, domates, biber ne varsa bunları mahalle aralarında küfeyle para kazanmak için satardım. Çünkü babam hastaydı ve eve ben bakıyordum. Hem kabzımaldan haftalık alırdım hem mahalle arasında küfeyle meyve sebze satardım ve tahsilime devam ederdim. Kazandığım paraları da anneme verirdim. Haftalığımı aldığım bir gün İzmir’deki bir dükkânda Atatürk’ün fotoğrafını gördüm. Dayanamadım, satın aldım. Haftalığımı bir Atatürk fotoğrafına yatırmıştım. Mutluydum ama bir yandan da endişeliydim. Eve döndüğümde annem bir güzel dövdü beni, kulaklarımı çekti, “Baban zaten hasta evi nasıl geçindireceğiz” diye çok kızdı bana! Sonra üzüldü tabi, sevip okşadı ama paralar bir fotoğraf için gitmişti. Satın aldığım ilk Atatürk fotoğrafının ardından dayak yemiştim. Sonra annem evdeki çarşafları sattı. O parayla bir haftalık erzak aldı. İşte o gün İzmir’de satın aldığım Atatürk fotoğrafıyla bu sevdam başladı. Toplam 9 bin 800 fotoğraflık bir arşivim oluştu.”
Elindeki en değerli Atatürk fotoğrafını da açıklayan Hanri Benazus hikâyesi 1920’lere uzanan fotoğrafı anlattı: “Atatürk’ün olduğu her fotoğraf çok değerlidir, çünkü Atatürk vardır üzerinde. Ama iki tanesi vardır ki onun hikâyesini anlatmam gerek. 1984’te işlerimin iyi olduğu dönemde Amerika’dan bir telefon geldi. Arayan kişi elinde hiç bilinmeyen Atatürk fotoğrafları olduğunu söyledi. İlgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Amerikalının elinde Atatürk fotoğrafı ne gezer diye düşündüm ve adamı dolandırıcı sandım. “Ben size dönerim” deyip telefonu kapattım. Ama kafama takıldı, beni ta Amerika’dan arayıp bulmuştu. O sıra işlerim gereği New York’ta bir şubem vardı. Oradaki temsilcimi arayıp “O adamı bir araştır, neyin nesiymiş” dedim. Gitti buldu. New York’un 42. Caddesi’nde bir fotoğraf stüdyosu! İşin aslı çıktı ortaya. Fotoğrafları bana satmak isteyen kişinin babası 1921’de Ankara’ya gitmiş, Atatürk’le röportaj yapmış. Şaştım kaldım. Clarence Streit adlı bu Amerikalı bey gazeteciymiş, o yıllarda Philadelphia’da muhabirlik yapıyormuş. Çalıştığı gazete haber yapması için onu Anadolu’ya göndermiş. Atatürk’le 3 Mart 1921’de röportaj yapmış ve o esnada fotoğraflarını çekmiş. Telefonda Clarence Streit’in oğlu dedi ki “Hem fotoğraflar hem de cam negatifleri elimde!” Aklım tutuldu birden. “Kaç para istiyorsun” diye sordum. Yüksek bir meblağ söyledi. Eğer bugün o para elimde olsaydı İstanbul’da köşküm olurdu. O kadar büyük bir paraydı yani. Hemen uçak biletini aldım, Amerika’ya gittim. Fotoğrafları alıp Türkiye’ye döndüm. 24 saatlik bir yolculuk sonunda hiç kimsenin sahip olmadığı iki önemli fotoğrafı arşivime koyabilmiştim. Atatürk’ün hiç bilinmeyen ince demir çerçeveli gözlüklü fotoğrafı artık bendeydi”