İstanbul Tiyatro Festivali günlüğü: Haberler kötü olsa da haberciler iyi
28. İstanbul Tiyatro Festivali'nde sahnelenen Nikita Milivojević’in yönettiği 'Macbeth', metnine hâkim olmayanların anlamlandırmakta zorlanacağı; metni bilenlerin ise 'Bu kadar karmaşık bir yoruma gerek var mıydı' diye soracağı bir oyun.
Shakespeare’in en avuç kaşındıran, rejisörleri de oyuncuları da en heyecanlandıran oyunlarından ‘Macbeth’, akıllara kazılı repliklerden birinde “Macbeth uykuyu öldürdü…” der. Ellerindeki hırs ve egoyla arttıkça artan kandan ne yapsalar temizlenemeyen Macbeth ve Lady Macbeth çiftine uyku yoktur artık. Zaten Lady Macbeth de finale doğru aklını kaybederek bu iktidar savaşından elenir…
20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin merakla beklenen oyunlarından, Belgrad Uluslararası Tiyatro Festivali’nin de direktörü olan Nikita Milivojević’in elinden çıkan ‘Macbeth’, ne yazık ki ‘karmaşık reji kafasıyla’, üzülerek söylüyorum ki, daha çok, uykumuzu getirdi…
Oyun çıkışı yaptığımız fuaye sohbetlerinde, CRR çıkışı Nişantaşı kaldırımlarında, metroda karşılaştığımız tiyatro insanlarında ortak duygu da bu yöndeydi maalesef.
Galiba oyundan aklımızda en çok katman katman perdelerin de handiyse birer aktör gibi oyuna dahil olup belirgin bir reji unsuru olması kalacak. Açılışı en öndeki kapalı perdenin önüne adeta ‘fırlatılan’ çıplak ayaklı, takım elbise içindeki aktörlerle yapıyor oyun. Ellerindeki gül, kırmızı bir ip yumağı ve çekiç, meşhur öyküyü irili ufaklı imgeler eşliğinde izleyeceğimizin göstergesi gibi. Açılan perdenin gerisinde iki kişilik modern tasarımlı bir kanepe ve önündeki minik TV ekranı da zamansız ve zamanımızla da flört eden bir atmosferde olacağımızı söylüyor bize.
Sahnenin iki yanında, ellerinde mikrofonla kabare şarkıcıları havasında beliren iki kadın oyuncudan duyuyor, ‘Macbeth’in meşhur cadılarının kehanetini, Banquo ile Macbeth… Akabinde sahneyi kostümlerinden müziğine adeta Balkan sirki tadında bir akış kaplıyor.
Grotesk kostümlü oyuncularıyla, nefesli çalgılarıyla, baştan aşağı siyahlar içinde, iskeletor kafasıyla (oyunun eğlenceli detayıydı) dolanan figürüyle… Bu noktada oyun gölgelerle oynamaya da başlıyor. ‘Macbeth’ hikâyesini farklı oyuncuların dönüşe dönüşe karakterleri üstlendiği, yer yer sahnede ‘çoğaldıkları’ bir rejiyle izliyoruz. Sirk atmosferiyle geçeceğini beklediğimiz oyun ise uzun bir süre gölgeler, karanlıkla ışık ve perdelerle sisler arasında akan ve dans tiyatrosuna doğru evrilen bir noktaya uzanıyor.
Milivojević çok fazla imgeyi, çok fazla ve birbirinden farklı fikri, yer yer eklektik denebilecek bir kıvamda bir araya getirmiş. ‘Macbeth’, metnine hâkim olmayanların anlamlandırmakta; karakterleri, hikâyeyi takip etmekte zorlanacağı; metni bilenlerin ise ‘Bu kadar karmaşık bir yoruma gerek var mıydı’ diye sorabileceği bir oyun. Bu kadar çok imge ve ışık/gölge oyunu (ve hem hoparlörden gelen hem de çıplak sesle yapılan müzik seçimlerinden dolayı) varken, ‘şiirsel’ denebilir belki ama büyüleyici ya da etkileyici değil… Yine de Shakespeare’in her forma nasıl sokulabildiğini görmek yönünden, tiyatro meraklıları açısından ilginç olabilir.
Oyunu kaçırdınız ama ‘Macbeth’e müthiş yaratıcı bir bakış için Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’ndan ‘Şatonun Altında’yı, bilhassa cadılara getirdiği bakış ve sahne tasarımı için Moda Sahnesi’nin ‘Macbeth’ini görmenizi öneririm.