En sevdiği kütüphane usta yazarın 100. yaşını kutluyor
Yazar ve aktivist James Baldwin bu yıl 100 yaşında. Eserleri yeniden yayımlanan Baldwin dünyayı tek başına değiştiremeyeceğini biliyordu ancak edebiyatın gerçekleri aydınlatabileceğine, değişime ilham verebileceğine de inanıyordu.
Amerikan ‘siyah’ edebiyatın en büyük isimleri arasında gösterilen James Baldwin, edebiyat kadar eşit haklar mücadelesine de önemli katkılarda bulunan bir yazar, denemeci ve sivil haklar aktivistiydi. Eserlerinde kişisel deneyimlerini de katarak kimlik, ırk, cinsellik ve sosyal adaletsizlik temalarını işlemiş, insan deneyimini bu kadar açıklık ve içgörüyle ifade etme yeteneği ile hayranlık uyandırmıştı. Baldwin’i 100. doğum yıldönümü münasebetiyle yeni bir edisyon içinde yayımlanan romanlarıyla bir kez daha anma fırsatı buluyoruz.
James Baldwin, 1924 yılında Harlem’de evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Sekiz kardeşiyle birlikte yoksulluk içinde ve dinsel bir eğitim görerek büyüdü. Ancak okumaya tutkuluydu ve lise yıllarında yazma yeteneğini de gösterdi. Okul dergisinde çok sayıda şiir, kısa öykü ve oyunu yayımlandı.
Üniversiteye hazırdı ama 1941’de liseden mezun olduktan sonra ailesine maddi açıdan destek olmak için çalışmaya başladı. Demiryolu rayı döşemek de dahil, bulabildiği hiçbir işe hayır demedi. Çalıştığı yerlerde –derisinin rengi nedeniyle- sık sık ayrımcılıkla karşılaştı, işyerlerinden kovuldu. Ama yine de çalışmayı, okumayı ve yazmayı sürdürdü.
Richard Wright’ın yardımıyla bir edebiyat bursu kazandığında üniversite eğitimine başladı, bir başka bursla Avrupa’ya yollandı. Ne var ki savaş sonrasının Paris’inde belki sanatçı bohemini bulacak ama gerek ülkesi ABD’nin gerek derisinin renginin gerekse de eşcinselliğinin burada da pek sevilmediğini kısa zamanda anlayacaktı. Baldwin’in yazarlığında ABD’deki açık, Avrupa’daki üstü örtülü dışlanmaların etkisi vardır. Nitekim 1953’te yazdığı otobiyografik özelliler taşıyan ‘Go Tell it on the Mountain / Git, Onu Dağlara Söyle’ adlı ilk romanında ırk ve cinsiyet ayrımcılığı üzerine kurulu bir sistem içerisinde kurtuluş umudunun rastlantısallığına ve bireyselliğine vurgu yapacaktır.
İkinci romanı ‘Giovanni’nin Odası’nı 1957’de tamamladı. Yazarlık tavrı netleşmişti artık. Konu olarak yaşamın acımasız gerçeklerini, bu gerçeklerin çarklarında öğütülen insanları ve bütün bunların nedeni olarak gördüğü beyaz erkeklerin biçimlediği hastalıklı toplumu seçen Baldwin için ‘Giovanni’nin Odası’ manifest bir anlam taşır.
İlk kez Ağaoğlu Yayınevi’nce 1966 yılında Türkçeleştirilen ‘Giovanni’nin Odası’, özellikle 1950’li yıllar için şaşırtıcı ve etkileyici bir roman. Edebiyat tarihçilerine göre anlatılan hikayede Baldwin’in İsviçreli sanatçı Lucien Happersberger ile yaşadığı ilişkinin izleri vardır. Ancak yazar –muhtemelen- kendi hayatıyla roman arasında kurulacak benzerliklerden sakınmak, böylesi göndermeye maruz kalmamak için, ilk romanından farklı olarak, beyaz insanlardan oluşturmuş şahıslar kadrosunu.
Hikaye üç kişi arasında geçiyor. Bir süreliğine Paris’te yaşamayı seçen David ve sevgilisi Hella, Amerikan vatandaşları. Garsonluk yaparak geçinen Giovanni ise bir İtalyan. Tümüyle farklı kültürlere sahipler. Ne var ki çok geçmeden hayatları kesişecek ve alt üst olacaktır.
Başlangıçta Hella ile mutlu gibi görünen David, rastlantıyla karşısına çıkan ve eşcinselliğini sakınmasız bir biçimde yaşayan Giovanni’den etkilenmiş, Giovanni ise tutkulu bir aşkla bağlanmıştır David’e. Zaman geçtikçe David de Giovanni’ye karşı kayıtsız olmadığını fark eder, fark ettiği ölçüde bocalar ama, sonunda Giovanni’nin Paris’teki yoksul odasına taşınır.
İlk günlerde mutludur ama yetiştiği kültürün ve toplumsal değer yargılarının baskısı ağır basar. O kültür ve değer yargıları toplumsal cinsiyet rollerindeki değişikliklere direnmek, cinsel rolleri korumak ve onarmak konusunda yüzlerce yıllık bir deneyime sahiptir. Nitekim David de, Giovanni’nin tutkulu aşkından kaçmak için, eski sevgilisi Henna’ya sığınmak, erkekliğini evlilikle kanıtlamak ister. Oysa “kader ağlarını örmüştür”; her üçü için de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır…
Baldwin, Batı dünyasının Geç Roma İmparatorluğu’nda kurulup Hristiyanlıkla birlikte işlemeye başlayan ve cinsellik etrafında kurgulanan baskı ve dışlama mekanizmalarını David ve Giovanni arasındaki ‘yasak’ aşk üzerinden işlemiş. Bunun o dönem için fazlasıyla cüretkar bir seçim olduğunu biliyoruz. Öyle ki Baldwin’in Amerikalı yayıncısı Knopf, eşcinsellik temasının onu okur kitlesinden uzaklaştıracağını iddia ederek dosyayı “yakmasını” önermiş ve “bu kitabı size bir iyilik olarak yayınlamayacağız” demişti. Ancak, Baldwin, romanının arkasında duracak cesaretteydi. Bu cesaretiyle yazarlık kariyerinin ilk büyük çıkışını yakalayacaktı. Roman 60’lı yıllarda beğenilmekle kalmadı, giderek çağdaş klasikler arasına da girdi. 5 Kasım 2019’da BBC Haberleri tarafından “en etkili 100 roman” listesine alınan ‘Giovanni’nin Odası’ güncelliğini hala koruyan bir roman.
Bireysel ve toplumsal yabancılaşma, kimlik ve aidiyet gibi pek çok önemli tema barındıran bu hikayeyi sadece cinsel kimliğe değil beyaz erkek ideolojisiyle biçimlenen toplumsal yapıya yönelik radikal bir eleştiri olarak okumak gerekir. Yalnızca cinsel kimliklerini gizlemek zorunda kalıp toplumsal baskılarla evlenen, kimliğini karısının ‘suç ortaklığı’ sayesinde gizleyebilenler değil, ‘aktif’ eşcinselliklerini erkekliklerinin kanıtı sayan maço ‘normal’ler de, bütün bunların farkında olsalar bile susmayı seçen ya da bu özel ve gizli düzene rıza gösteren diğerleri de nasiplerini alıyorlar toplumsal ve ahlaki şizofreniden.
Eşcinselliği, toplumsal baskıların yarattığı suçluluk duygusuyla, “birden cinnet getirene kadar içinde işkence edileceğim, erkekliğimi yitireceğim bir mağaranın kapkara ağzı” gibi göründü biçimde tanımlayan David’in cinsel kimliğini bastırma çabası beyhudedir. Bastırılan geri dönecektir; boyun eğmek, susmak, rıza göstermek kirlenmişlik, bir katrana bulaşmışlık duygusuyla belli edecektir kendisini, bundan böyle bir ömür boyu sürekli bir rahatsızlığa dönüşecektir.
Bu sıra dışı aşk, tutku ve ihanet hikayesini asla ağdalılaşmayan, abartıya kaçmayan gerçekçi bir tarzda anlatmış Baldwin. Zaten romanı etkileyici kılan da bu sakin ve sade uslup. Elbette yaşananları ve David’in iç dünyasını sürekli ön plana çıkaran bakış açısı ve geriye dönüşlerle yapılan anlatımın da hakkını teslim etmek gerekir. Yazar, belki de muhafazakar çevrelerce hikayenin edebiyat dışı sayılıp ihmal edilmesinin önüne geçmek için romanın biçimsel yapısını sağlam tutmuş. Roman kişilerine ek olarak, David ile Giovanni arasındaki aşkın geçtiği yoksul mahalledeki odanın da bir karakter kadar önem kazandığını eklemeliyim.
James Baldwin’in yazarlık kariyeri boyunca üzerinde duracağı iki mesele ilk iki romanında işlenmişti. Daha sonra bu iki meseleye bir de insan hakları savunuculuğu eklendi. Gerek siyah cazcı Rufus ile beyaz Leona arasındaki aşkı anlatan ‘Another Country /Başka Bir Ülke’ adlı romanı gerek denemeleri ve gerekse de oyunlarında toplumun her yanını kaplamış ırk ayrımı ve adaletsizlik üzerinde durmuştur.
Yine de 60’ların siyah öfkesini yatıştırmaya yetmemişti Baldwin’in üslubu. Ondan ve bütün siyah aydınlardan beklenen daha sert daha radikal bir dildi. Baldwin de, 1971’de uzun süren İstanbul yolculuğunda kaleme aldığı ‘Of Beale Strett Could Talk / Sokağın Dili Olsa’ (1974) romanında bu beklentileri karşılamak isteğiyle siyahları hakları için mücadele etmeye çağıracaktı. Kariyerini aynı temalar etrafında kurguladığı ‘Just Above My Head’ (1979) ile tamamladı. 1987’de hayata veda etti.
Baldwin’in yazma yolculuğu susturulanların sesini duyurmak, siyahların maruz kaldığı eziyeti, toplumsal adaletsizliği dile getirmek arzusuyla başlamıştı. Dünyayı tek başına değiştiremeyeceğini biliyordu elbette ancak edebiyatın gerçekleri aydınlatabileceğine, düşünceyi kışkırtabileceğine ve değişime ilham verebileceğine de inanıyordu. İşte bu çelişkinin enerjisiyle üretti romanlarını. Bugün onun 100. yaşını kutlayanlar güzel özetlemişler; “James Baldwin’in edebi mirası ve aktivizmi, ırksal baskıya karşı mücadelede önemli bir ses olarak sonsuza dek hatırlanacak ve kutlanacak.”