Bir kıyamet güldürüsü: ‘Direnişin Melankolisi’
Kendi deyimiyle artık "kanser ülkesinde" yaşıyor Amerikalı yazar Paul Auster. Ne kadarlık bir "vizesi" olduğunu da bilmiyor. Yeni romanı 'Baumgartner'ın son romanı olacağını söylüyor. Can Yayınları'nın yayınladığı roman yas, ölüm ve hafıza üzerine...
Bir iyi, bir de kötü haber. Yaşayan en önemli yazarlardan Amerikalı Paul Auster’ın yeni roman ‘Baumgartner’ Türkçede. Kötü haber ise haberin buruk bir mutluluk getirmesi. Zira uzun süredir kanser hastalığıyla mücadele eden Auster bu kitabın yazdığı son roman olacağını söylüyor:
“İçimde büyüyen ve kitap ilerledikçe daha anlaşılır hale gelen bir adam vardı. Bu tepkiler karşısında sadece gülümsüyor ve teşekkürlerimi sunuyorum. Sağlığımın bunun yazdığım son şey olmasına yetecek kadar tehlikede olduğunu hissediyorum. Ve eğer bu bir sonsa, o zaman samimi arkadaş çevremde bir yazar olarak beni çevreleyen bu tür insani nezaketle dışarı çıkmak, şimdiden buna değer.”
Auster’ın edebiyata ilgisi henüz 12 yaşındayken çevirmen amcasının kitaplarını okumasıyla başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa’da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı. Takvimler 1987’yi gösterirken ‘New York Üçlemesi’yle geniş kitlelere adını duyurdu. Daha sonra ‘Ay Sarayı’, ‘Kehanet Gecesi’, ‘Son Şeyler Ülkesinde’, ‘Leviathan’, ‘Brooklyn Çılgınlıkları’, ‘Yazı Odasında Yolculuklar’, ‘Karanlıktaki Adam’ ve ‘Sunset Park’ adlı romanları, ‘Yalnızlığın Keşfi’ adlı anı-romanı, ‘Kırmızı Defter’ adlı öykü kitabı birbirini izledi.
Muhtemelen son romanı olacak olan ‘Baumgartner’da ise eşinin ölümünden sonra büyük bir yıkım yaşayan 71 yaşındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın emekliliğe ve dünyadan elini eteğini çekmeye hazırlanmasını anlatıyor Auster.
Yas, kayıp ve ölüm son yıllarda Auster’ın bizzat deneyimlediği acılar. Önce henüz bebek olan torununun ölümünü gördü, daha sonraLydia Davis ile olan ilk evliliğinden olan oğlu aşırı dozda uyuşturucudan hayatını kaybetti. 2023’ün başlarında ise yazarın şimdiki eşi yazar Siri Hustvedt Instagram’daki paylaşımıyla Auster’ın “kemoterapi ve immünoterapi bombardımanı” altında olduğunu ve çiftin artık “kanser ülkesi” olarak adlandırdıkları yerde yaşadıklarını duyurdu.
‘Baumgartner’a dönecek olursak…
Roman Baumgartner ile Anna’nın 1968’deki öğrencilik yıllarında New York’ta bir yandan çalışarak diğer yandan yazarak geçirdikleri günlerin anılarıyla başlıyor, sonraki 40 yılı aşkın sürede yaşadıkları mutlu evliliklerini anlatıyor ve geriye dönüşlerle Baumgartner’ın ilk gençlik günlerine dönüyor. Bir nevi hafıza yolculuğu… Zaten romanın tanıtım cümlesi de bununla ilişkili bir soruyla başlıyor: Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz?
Sorunun cevabı yazarın veda romanında. Ancak Baumgartner’ın hafıza yolculuğuna konuk olmadan önce 76 yaşındaki yazarın kitabı nasıl yazdığını anlattığı şu cümlelere de kulak verelim:
“Kısa bir hikâye yazmayı denemek istiyordum. Kariyerim boyunca neredeyse hiç yapmadığım bir şey. Her zaman mütevazı boyutlarda kitaplar yazdım. Daha sonra takoz gibi kalın ‘4321’ ve ‘Burning Boy’u yazdım. Gerçekten kasıtlı değildi. O kitapları düşürürseniz iki ayağınızı da kırabilirsiniz, bu yüzden daha kısa bir şey istedim ve bu yaşlı adam (‘Baumgartner’ kitabının kahramanından bahsediyor) bana geldi, evinde oturuyor ve pencereden solucan toplayan kızılgerdanları izliyordu. Solucanlar adında bir öykü yazdım ama sonra onu bırakmak istemedim. Orada daha fazlası vardı ve bu yüzden tekrar başladım, neredeyse Buster Keaton tarzındaki bu açılışın altında daha karanlık bir şeyin gizlendiğini biliyordum.”
Bir de not. Auster her ne kadar bunun bir veda romanı olduğunu açıklasa da kitaba gelen tepkilerden memnun. Hatta yazım sürecinde de bu mutluluğu erkenden tatmış. Yazılarını daima daktiloda yazan Auster’ın asistanı, taslağı bilgisayara geçirirken 15 yıldır ilk kez “iyi bir başlangıç” gibi soğuk bir yorumun ötesine geçmiş. Auster’a “Devamı ne zaman gelecek, merak ediyorum” diye sormuş.
Can Yayınları’nın Seçkin Selvi çevirisiyle yayınladığı ‘Baumgartner’dan iştah açıcı bir tadımlık da burada:
Baumgartner, ikinci katta, kimi zaman çalışma odam, düşünme odam, hücrem diye farklı adlar verdiği odadaki masasının başında oturuyor. Kierkegaard’ın takma isimleri hakkında yazdığı monografinin üçüncü bölümündeki bir cümlenin ortasında, cümleyi bitirmek için alıntı yapacağı kitabı dün gece yatmaya giderken alt katta, salonda bıraktığı aklına gelince elinde kalemle kalakalıyor. Kitabı almak için aşağıya inerken sabah onda kız kardeşini aramaya söz verdiğini anımsıyor ve saat ona yaklaştığı için kitabı almadan önce mutfağa gidip telefon et- meye karar veriyor. Ama mutfağa girerken keskin bir yanık kokusu duyarak olduğu yerde kalıyor. Bir şeyin yandığını fark edip ocağa yaklaşırken ocağın ön gözlerinden birinin açık kaldığını ve o kısık alevin üç saat önce kahvaltı için iki yumurta kaynattığı alüminyum tencerenin dibini kavurduğunu görüyor. Ocağı kapatıyor, sonra hiç düşünmeden, yani bir tutacak ya da mutfak bezi almadan kızgın yumurta tenceresini ocaktan alırken elini yakıyor. Acı acı haykırıyor. Bir anda tencereyi elinden fırlatıyor, tencere tuhaf bir tangırtıyla yere çarpıyor; Baumgartner hâlâ duyduğu acı yüzünden çığlık çığlığa musluğa koşuyor, soğuk suyu açıp sağ elini üç-dört dakika tenine serin serin değen suyun altına tutuyor.
Baumgartner yanan parmaklarının ve avucunun su toplamasını önlediği umuduyla ellerini kurulama beziyle yavaşça siliyor, bir an durup parmaklarını esnetiyor, bezle birkaç kez avucuna vuruyor, sonra mutfağa niçin geldiğini soruyor kendine. Kız kardeşini araması gerektiğini hatırlamasına fırsat kalmadan telefon çalıyor. Telefonu açıyor, kendini savunmaya hazır bir sesle alo diyor. Sonunda mutfağa niçin geldiğini anımsayıp telefondakinin huysuz kardeşi Naomi olduğunu düşünerek kendisine çıkışacağını, hep yaptığın gibi yine beni aramayı unuttun demesini beklerken, telefon eden kişi konuşmaya başlayınca Naomi değil, geciktiği için özür dileyen bir erkek sesi, hem de hiç tanıdık gelmeyen bir ses duyuluyor. Baumgartner adama gecikme derken neyi kastettiğini soruyor. Adam saat dokuzda sayacınızı okumaya gelecektim, diyor, unuttunuz mu? Baumgartner hatırlamıyor, ne son günlerde ne de son haftalarda elektrik şirketi görevlisinin saat dokuzda sayaç okumaya geleceğini düşündü; o yüzden adama üzülmemesini, sabahtan akşama kadar nasıl olsa evde olacağını söylüyor; ama genç, deneyimsiz ve kendini beğendirmeye çalıştığı anlaşılan elektrik şirketi görevlisi, neden geciktiğini şu anda anlatacak vakti olmadığını, ama çok geçerli bir nedeni, elinde olmayan sebeplere bağlı bir mazereti olduğunu ve olabildiğince çabuk geleceğini yinelemekte ısrar ediyor. Baumgartner, tamam öyleyse, geldiğinizde görüşürüz, diyor. Telefonu kapatıp, zonklamaya başlayan sağ eline bakıyor, ama parmaklarında da avucunda da su toplamadığını, derisinin soyulmadığını, sadece hafif bir kızarıklık olduğunu görüyor. Korktuğum kadar kötü değilmiş, böyle idare edebilirim diye düşünüyor ve kendisine ikinci biri gibi hitap ederek, Seni sersem herif, diyor, şansın varmış doğrusu.