Erzurum Kitap Fuarı’nda belediyenin sansür girişimi tepkilerle engellendi
Uzun zamandır demlenen öyküler, soruların peşine düşen yazarlar, Türkçeye yeni çevrilenler, dört gözle yolunu gözlediğimiz kitaplar... 10Haber, yeni çıkan kitapların peşine düşüyor, 'Bu aralar ne okusam?' sorusuna yanıt arıyor.
Dört gözle yolunu gözlediğimiz kitaplar, Türkçeye yeni çevrilenler, ‘Okuma listeme aldım ama hala başlamadım’ dediğimiz uzun listelerin değişmezleri…10Haber, bu kitapların izini sürüp raflarda geziyor. Kimi zaman yeni çıkanların peşine düşüyor, kimi zaman uzun zamandır raflarda demlenen kitapları keşfediyor. Ama en çok da ‘Bu aralar ne okusam?’ sorusuna yanıt arıyor.
Okurların zihnine soru işaretleri bırakan kitaplarla dolu bu haftanın listesi. Sorularımıza cevap bulacağımız bir hafta olur mu bilinmez ama en azından doğru soruların peşinden koştuğumuz bir yolculuk dileyebiliriz. Kitaplar da bu maceranın yol arkadaşı olunca tadından yenmiyor.
Başkalarının ama özellikle de kadınların bedeni üzerinde söz söylemeye ne kadar meraklıyız. Birilerine birkaç kilo fazlasını hatırlatma cüretini gösteriyor ya da hiç sorulmadığı halde çatlaklarını yok etmesi için birkaç yüce gönüllü tavsiye veriyoruz. Kimi zaman kendi bedenimizden utanıyoruz. Sahi biz ne yapıyoruz? Önce şunu hatırlatalım. Sorun bizde değil, bedenlerimizde hiç değil. Sorun ataerkil toplum yapısının öğretilerinden bağımsız olmayan toplumsal normlar ve güzellik standartları. Seda Yılmaz da bedenimizden utanmıyoruz, bedenlerimizin farklı ölçüleri ve şekilleri olduğunu kabul ediyoruz, kusurlara inanmıyoruz çünkü her bedenin kendine has özellikleri olduğunu biliyoruz, bedeni alay konusu yapmıyoruz ve bunu yapanları uyarıyoruz diyor yeni kitabında. Baştan söyleyelim, kitap hem dili hem ele aldığı büyük yaralar hem de görsel diliyle ilgi çekici olmanın tüm koşullarını sağlıyor. Unuttuğumuz ya da belki de daha önce hiç düşünmediğimiz şeyleri hatırlatıyor. Yolda karşılaştığınız bir tanıdık, “Aa kilo almışsın ama yakışmış!” deme cüretini gösterirse gülümseyerek bu kitabı önerebilirsiniz.
Çok sıradan bir günde, örneğin oturmuş kahve içerken, sizin de aklınıza bazı sorular düşüyordur. Hayır, varoluşsal krizlere işaret eden sorular değil; ‘Mangal yürekli deyimindeki mangal kimin mangalı?’, ’Neden günah keçisi var ama koyunu yok?’ Ya da cebe indirmek manasındaki ‘İndira gandi yapmak’ deyişi nerden çıktı?’ veya ‘Dünyanın ilk satranç oynayan robotun adı ne?’ gibi diğer mühim sorulardan bahsediyorum. (Bu arada tanıştırayım, The Turk, satranç oynayan ilk robot). Eğer bu soruların cevaplarını öğrenmek size iyi hissettirecek ve merakınızı giderecekse Sema Soykan’ın ‘Öteki Şeylerin Tarihi’ yardımınıza koşacaktır. Soykan, kültürel ortaklığımızı sağlayan atasözleri ve deyimlerin çıkış noktalarına mercek tutarken, ilginç tarihi olayların ve de anlam kaybına uğrayan kelimelerin serüvenlerini de öykü tadında sunuyor.
“Matt Haig sözcükleri konserve açacağı gibi kullanıyor. Konserve de biziz.” Arka kapakta, elinizde tuttuğunuz kitapla ilgili böyle bir yorum gördüğünüzde konserve olmak için garip bir istek duyuyorsunuz. 42 dile çevrilen ‘Gece Yarısı Kütaphnesi’ni okumaya heyecanlandırmak için bir neden. Kahramanımız Nora. Nora bitik halde. Kedisi ölmüş, işinden kovulmuş, aile ilişkileri berbat. Böyle bir ruh hali ve bıkkınlıkla kendini bir kütüphaneye atıyor. Yapılması gereken ilk şey mudur, tartışılır ama Nora için doğru bir karar oluyor bu. Zamanın hiç akmadığı bir gece yarısı kütüphanesinde, sonsuz sayıda kitabın ortasında kendini buluyor Nora. Her bir kitap Nora’ın farklı hayatlarını anlatıyor. İhtimallerin heyecanı nasıl çekici ama bir o kadar da ürkütücü. ve yine binbir soru bırakıyor zihinlere: Mutluluk sadece önemli sandığımız seçimlerde mi gizli? Yanlış giden her detayın sorumlusu gerçekten biz miyiz? Hayatı yaşanılır kılan ne? Yanlış bir karar insanın tüm hayatına mal olabilir mi?
Duygu Asena Roman Ödülü’nün bu yılki kazananı Arlin Çiçekçi’nin ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’i oldu. Ödül geçen hafta gerçekleşen bir törenle yazara takdim edildi. Henüz fırsat bulamayanlar için iyi bir vesile olabilir. Niyetlenenler için kısa bir özet: Kitaba ismini veren Servi Nine, bir ağaç. Kahramanımız Suna ile biz de bir parkta buluyoruz kendimizi. Suna, yeni taşındığı bu muhit ve hayata yabancı ama bir süre sonra çoğalacak, yeni arkadaşları olacak. Ama hayat bu ya, çok sevdiği Servi Nine’yi korumaları gerekecek. Zira maalesef Servi Nine de bu ülkede kadınlara, ağaçlara ve doğaya uygulanan şiddetten kaçamıyor. Neyse ki Suna yalnız değil. Bizim gibi, tüm kadınlar gibi.
En derin ormanın en keşfedilmemiş köşesine gitmek, kimsenin bilmediği gölün kıyısında soluklanmak, ormanın hiç tanışılmamış sakinlerine konuk olup onlarla vakit geçirmek mümkün mü? Elbette, şu hayatta neler neler mümkün. Fakat tüm bunlar için biraz özgürlük, biraz da istek gerekir diyor Merve Atılgan. Yazar, rotasını hayal gücünün çıkabileceği sonsuz yolculuklardan birine, Derin Orman’a kırıyor. İllustrator Merve Atılgan, bu kez sadece çizmekle kalmamış yazmış da. Atılgan, ilk kez yazıp resimlediği kitabıyla okul öncesi tüm okurları Derin Orman’a davet ediyor. Nerede mi bu orman? Herkesin adresi kendine ama merak etmeyin hepimizin yolu mutlaka düşüyor, illa ki rastlaşırız.
Ian McEwan son romanıyla mutluluk arayışında olan bir kahramanla tanıştırıyor okuru. Kah 1959’da Soğuk Savaş dönemine gidiyoruz, kah 1986’lara Çernobil patlamasının etkilerine şahit oluyoruz. Zamanda yolculuğu mümkün kılan ‘Dersler’ birkaç soru da soru bırakıyor zihinlerimize: Küba Füze Krizi’nden Çernobil felaketine, Berlin Duvarı’nın çöküşünden Covid-19 pandemisine tarihin büyük kuvvetleri tarafından şekillendirilirken hayatlarımızın kontrolü ne ölçüde bizim elimizdedir? Geçmişin travmalarıyla yüzleşmek mümkün müdür? En sona gelindiğinde, insan iyi bir hayat yaşayıp yaşamadığını nasıl anlar?
“Beni sadece arayan biri olarak görün, biliyor musunuz önemli olan aramak… Bulup bulmamak değil” gibi etkileyici bir cümle var bu kitapta. Tek bir cümle bir romanı okumak için yeterli midir sorusuna evet dedirten bir cümle bu. 20.yüzyıl İtalyan edebiyatının en güçlü isimlerinden Antonio Tabucchi, dolambaçlı hikayelerle, yaşam ve ölüm arasındaki sınırları sorgulatan hikayesiyle dikkat çekiyor. Herkes altını çizeceği bir cümle bulabilir.
Nedret Kılıç dördüncü romanı ‘Stalingrad’da Kar Topu’nda yüz otuz yıla yayılan, beş ülkede geçen ve sekiz ana öyküden oluşan bir olay örgüsüne sahip. Kulağa karmaşık geliyor, kabul. Ama günümüz insanının ibretlik serüvenini yansıtma gibi güçlü bir yönü de var. Roman, geri dönüşler, zamanda yolculuklarla birbirinden farklı kahramanların hayatlarından kesitler sunuyor. Geçmiş ile gelecek bir kartopu oluyor, okurun üzerine üzerine geliyor. Bir de önemli bir hatırlatmayla karşılıyor okuru: “Acı ve mutluluk kıyıları arasında, yaşam nehri akar.”
Lili hayatından o kadar çok sıkılmıştı ki hep aynı şeyleri yapmak ona asla keyif vermiyordu. Çok tanıdık bir his değil mi? Neyse ki birçoğumuzun aksine Lili’nin hayatında sürpriz bir gelişme oldu: Ailesiyle çok uzak bir yere taşındı. Her şey değişti ama eninde sonunda buraya da alışacak yine sıkılacak diye düşünürken bir sürpriz daha oldu! Lili tavan arasında bir şapka buldu. O şapka da bambaşka dünyaların anahtarı oldu. Nergis Seli’nin yazdığı, Sezen Aksu Taşyürek’in resimlediği bu 80 sayfalık bu macera, 3-8 yaş arası tüm okurlara uygun ama yetişkinlere de söyleyecek sözü çok. Her gün gördüğümüz şeylere de bambaşka gözlerle bakabiliriz. Ve hayat -eğer görebilirsek- gerçekten sürprizlerle dolu olabilir.
Dünya çok büyük bir yer. Denizler, kocaman kocaman ağaçlar, büyük kara parçaları ve daha fazlası… Bu koca küre, hepimizin evi. Bir yandan da devasa canlı bir müze! Yazar Alain Serres, bu kez dünyanın bütün çocuklarının bilgiye ve sanata erişme hakkı olduğunu anlatıyor. Meraklı okurlarını rengârenk resim, müzik, dans ve tiyatro diyarında neşeli bir gezintiye götürüyor. Aurélia Fronty’nin ellerinden çıkan çizimler o kadar güzel ki insanın “her yetişkinin böyle güzel kitaplara hakkı var” diyesi geliyor.