Haftanın kitabı – İstanbul Buradaydı: İskender Dalaman’ın kabusları
Patricia Engel 190 sayfalık 'Sınırsız Ülke' romanında parçalanmış bir ailenin dramı üzerinden göçmenlerin maruz kaldığı zorlu koşulları anlatıyor.
Kolombiya kökenli Amerikalı yazar Patricia Engel ‘Sınırsız Ülke’ kitabında göçmenlerin maruz kaldıkları zorlu koşulları parçalanmış bir ailenin dramı ile birlikte ele alıyor. Şiddet, kayıp, özlem, aile, aidiyet ve fedakârlık gibi kavramların incelikle işlendiği, hüzün ve umudu barındıran bir hikaye…
Patricia Engel ABD’de Kolombiyalı göçmen bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişti. New Jersey’de büyüdü ve devlet okullarında eğitim gördü. 1999’da New York Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun oldu ve 2007’de Florida International Üniversitesi’nden güzel sanatlar alanında yüksek lisans derecesi aldı.
Bu sıralarda yazmaya başlamıştı. İlk çalışmaları prestijli dergilerde yayımlanan Engel çeşitli ödüllerin yanı sıra ulusal edebiyat vakfı bursu da kazandı. İlk kitabı ‘Vida’ (2010), Pen/Hemingway Ödülü’nde Young Lions Fiction Awards finalisti oldu.
İlk romanı ‘It’s Not Love’ (2013), It’s Just Paris ile International Latino Book Award’u kazandı. ‘The Veins of the Ocean’ (2016) ile Dayton Literary Peace Prize’ı aldı. 2017’de Kolombiya ulusal kitap ödülünü -The Premio Biblioteca de Narrativa Colombiana- kazanan ilk kadın yazar unvanını aldı.
Öyküleri The Best American Short Stories, The Best American Mystery Stories, The O. Henry Prize Stories gibi seçkilere girdi. ‘Sınırsız Ülke’ (2021) romanıyla New American Voices Award’u kazandı, Dublin Literary Award’un uzun listesine girdi. Bu romanı Goodreads’te 2021’in en iyi 10 romanı arasında da yer aldı. 2023 yılın öykülerini topladığı ‘The Faraway World’ ile -tanınmayı hak eden yetenekli yazarlara verilen – John Dos Passos Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Yazarlığının yanı sıra Miami Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.
‘Sınırsız Ülke’nin hikayesi Talia isimli 15 yaşındaki bir kızın Kolombiya’nın ücra bir bölgesinde rahibeler tarafından yönetilen bir ıslah evinden firar etmesiyle başlıyor. Bir kediyi vahşice öldüren bir adamı -ani bir refleksle- başına kızgın yağ dökerek yaraladığı için kapatılmıştır ıslah evine Talia. Tam da ABD’de yaşayan annesi ve kardeşlerine kavuşmak için hazırlandığı sırada…
Önce Bogota’daki babasına ulaşmayı, oradan ABD’deki annesinin yanına gitmeyi hedefleyen Talia, maceralı bir yolculuğa başlıyor. Okuyucu olarak bizler ise daha uzun bir yolculuğa çıkacak, Talia’nın ailesinin kurulmasının ve parçalanmasının hikayesini izleyeceğiz.
İki yoksul çocuk olarak tanışan Mauro ve Elena uzun yıllar boyunca birbirlerine bağlı yaşamış bir çift. Şiddetin ve yoksulluğun çekilmez hale getirdiği Kolombiya’dan kaçmak için -ilk çocuklarının doğumundan sonra- altı aylık seyehat vizesi ile Teksas’a gitmişler. Burasının da cennet olmadığını çok geçmeden anlamışlar ama Elena ikinci çocuğuna hamile kalınca dönüşü ertelemişler.
Teksas’tan önce Güney Carolina’ya ardından Delaware’e taşınmışlar. Talia burada dünyaya gelmiş. Ne var ki Mauro, hiç bir yerde tutunamamış, alkol sorunları başlamış, işsiz kalmış. Ve en nihayetinde karıştığı bir kavga nedeniyle tutuklanarak sınır dışı edilmiş. Elena ise -Mauro’nun da ısrarıyla- New Jersey’de kalmış. Çalışmak zorunda olduğu için bebeğe yeterince bakamayacağını anlayıp Talia’yı büyükannesi Perla’nın yanına göndermiş.
Kolombiya dönüşünde uzun süre alkol sorunlarıyla boğuşan Mauro da uzun bir mücadelenin sonunda bağımlılıktan kurtularak Perla ve Talia’nın yanına taşınmış. Aradan geçen yıllara rağmen aile telefon görüşmeleriyle sayesinde birbirlerinden kopmamayı başarmış…
1990’lı yılların sonlarından 2018’e dek uzanan yaklaşık 30 yıllık bu tarihi Talia’nın Kolombiya kırsalındaki yolculuğu ile eş zamanlı anlatıyor Patricia Engel. Ve hikaye Talia’nın kaçış planının gerçekleşip gerçekleşmeyeceği etrafında tırmanan gerilimle hızlanıyor…
Kolombiya özelinden anlatılan bu göç hikayesinden ve kendi deneyimlerimizden de anlaşılacağı üzere dünyanın her yerinde göçmenler milliyetçi saldırganlığın ve yeni sağın siyasi söyleminin hedefidir. Sınır savaşlarının arttığı, Batılı ya da Kuzeyli ülkelerle diğerleri arasında gelir dağılımının büyük bir eşitsizlik gösterdiği günümüzde söz konusu düşmanca tutum daha da keskinleşiyor.
Akdeniz’i geçerken hayatlarını kaybeden ya da bindikleri çürük tekneleri savaş gemilerince zorla geri çevrilen çaresiz insanların görüntüleri sıklıkla yansıyor TV haberlerine. ABD’nin sağcı politikaları Meksika ile arasına beton duvar çekme vaadi ile taraftar toplayabiliyor. Avrupa’da da milliyetçiliğin yükseldiğini, göçmenlerin karşısına dikilen bürokratik sınırların beton duvarlardan hiç de farklı olmadığı görebiliyoruz.
Patricia Engel ‘Sınırsız Ülke’de vizeleri olmaksızın ABD’de tutunmaya çalışan Kolombiyalı bir ailenin parçalanışını, endişelerini, kendilerine/kimliklerine/birbirlerine yabancılaşmalarını, uzun yıllara yayılan hasretlerini konu ederek evrensel bir insani trajediyi gözler önüne sermiş. Sadece bu yanıyla -yani bir döneme yaptığı tanıklıkla ve yaratmak istediği farkındalıkla- bile önemli bir roman.
Bir göçmen ailenin çocuğu olarak ABD’de doğan Patricia Engel, neredeyse bütün öykü ve romanlarında kendisinin, ailesinin ve diğer göçmenlerin hikayelerini anlatıyor. Şöyle demiş bir söyleşisinde: “Tüm kitaplarım göçü ve diasporayı farklı şekillerde araştırıyor, ister birinci ister ikinci nesil göçmenler olsun. Kolombiyalı göçmenlerin kızıyım. Vücudumu işgal etme biçimim, dünyayı görme biçimim, görülme biçimim. Bu yüzden her zaman o alana çekildim, çünkü bu benim topluluğum. Bu benim dünyam.”
‘Sınırsız Ülke’nin göçmenlere karşı düşmanca tutumun yanı sıra sıkı denetimlerin de arttığı son 30 yıla yayılan hikayesini -bir ailenin üç neslinin yaşadıkları ile birleştirerek- yaklaşık 190 sayfaya sığdırma becerisini göstermesi hiç kuşkusuz süreci içinden deneyimlemiş olmasından kaynaklanıyor.
Romanda anlatılanların bir kısmının -özellikle Elena ve Mauro’nun aşkının- kendi anne ve babasından esinlendiği çok açık ama geri kalanında kurmaca ağır basıyor. Kısacası rontgenci bir bakışı yok. Romanın geneline yayılan sessiz hüzün göçmenliğin karakteristiğine dönüşüyor. En hüzünlü olanı ise göçenlerin kimliklerini ve kişiliklerini yitirmek zorunda kalmaları:
“Bilmediği şu ki, diye düşündü Mauro, yeni bir ülkede yaşamın büyüsü silinmeye başladığında insanı bekleyen bir acı vardır. Göç, derinin soyulması gibidir. Bir yıkım. Her sabah uyandığınızda nerede olduğunuzu, kim olduğunuzu unutursunuz ve dış dünyada kendi yansımanızı çirkin ve biçimsiz bir şey olarak görürsünüz; küçümsenen, istenmeyen bir yaratığa dönüşürsünüz.”
Söz konusu yıkımın hüzünü başta anneleri Elena olmak üzere ailenin bütün fertlerine yansıyacaktır. ABD bir cennet değildir hatta Kolombiya’daki kadar güvensiz hissederler kendilerini. Elena patronu tarafından cinsel saldırıya uğrar,, çocuklar okuldaki beyaz çocukların saldırılarına maruz kalırlar. Ancak vatandaş olmadıkları için susmak zorundadırlar. Yegane savunmanın görünmezlik olduğu bir hayata sıkışıp kalırlar. Böylece Amerikan Rüyası mitini ters yüz eder Patricia Engel.
Romanın güzel, sade ve kıvrak bir üslubu var. Kimi zaman And dağları tasvirleriyle bu dağlardan yayılan efsaneleri, kimi zaman uzun yıllar süren iç savaş sahnelerini hikayesine katmakta hiç zorluk çekmemiş. Okuyucuyu acılarla avlamaya çalışmıyor, bunun yerine olup bitenleri soğukkanlı bir üslupla, objektif bir perspektifle sergiliyor.
Zarif bir dille anlatılmış bu göç hikayesi tüm varlığını ailesini ayakta tutmaya adayan, hayatı bundan ibaret olan göçmenlerin, aslında insanlığın dramını barındırıyor. Sadece hayatta kalmak için sürdürülen bir hayatın hayatta kalmayı değerli kılan şeylerden, yani hayatın kendisinden vaz geçmek olduğunu farkediyoruz.
Ama yine de umudu eksik etmemiş Engels: “Bu sayfaların dışında kalan sayısız sevinç var. Ve sayısız acı. Anlatılan bir hayat, her zaman eksik kalacaktır (…) Ayrılığın ve altüst olmanın, insanın memleketinden ayrı düşmesinin hiç geçmeyen acısını yaşamaya yazgılı yıllarımızın başlangıç noktasını düşündüm. Çünkü şimdi yine bir aradayken hissettiğimiz bu belirgin acı ve bir şeyler eksikmiş hissi gitgide soluklaşıyor. Belki de ulus ya da vatandaşlık diye bir şey yoktur; belki sadece aile ve sevgi adına haritalara çizilmiş bölgeler, yani sınırsız bir ülke vardır.”