Gerçek hayatın zorluklarından fantastik evrenlere
Olimpiyatları Trudy Ederle’nin biyografisi ‘Young Woman and The Sea’yle kutluyoruz. Olimpiyatlara katılsa madalyayla dönecek ‘The Umbrella Academy’ ekibiyle dünyayı kurtarıp ‘Şahmaran’la insanlığa savaş açıyoruz. ‘7Yüz’le Genco Erkal’ı anıyoruz.
2024 Paris Olimpiyatları’nın heyecanı tüm dünyayı sarmışken spor tarihine damga vuran hikâyeler de yeniden gündeme geliyor. Bu bağlamda Disney+, yeni filmi ‘Young Woman and the Sea’ ile, sınırları zorlayan bir yüzücünün biyografisiyle karşımıza çıkıyor. Film, Manş Denizi’ni yüzerek geçen ilk kadın Trudy (Gertrude) Ederle’nin sıra dışı öyküsünü anlatıyor.
‘Young Woman and the Sea’ bir biyografi olmanın ötesinde cesaret ve kararlılık temalarını işleyen, ilham verici yönüyle izleyiciye iyi hissettiren yapımlardan. Trudy’nin hikayesi aynı zamanda 1920’ler Amerika’sının cinsiyetçiliğini de deşifre ediyor. Toplumsal engellere rağmen elde edilmiş bu başarı öyküsü, kadınların spor dünyasındaki yeri bakımından güncelliğini de koruyor.
Film 1914’ün New York’unda, bir gemide çıkan yangın faciasıyla başlıyor. Kadınlar yüzme bilmedikleri için denize atlayamamış ve çoğu kurtulamamış. Bu facia sırasında küçük Trudy kızamıktan hasta yatıyor. Ailesi keder içinde her an ölmesini beklerken Trudy iyileşiyor. Yüzme bilmediği için ölen kadınlardan etkilenen annesi, ölümcül hastalığını alt etmiş Trudy’yi bu kez başka bir sebepten, örneğin yüzme bilmediği için kaybetmekten korkuyor ve hem Trudy’ye hem ablasına yüzme dersi aldırıyor. O dönemde kadınların spor yapması hoş karşılanmasa da vizyon sahibi anne diretiyor ve kızlarına ders aldırmakla kalmayıp onları kıyıda köşede antrenman yapan kadınlar takımına sokuyor.
Kardeşler çok başarılı olsa da abla Meg (Tilda Cobham-Hervey) babasının isteğiyle evleniyor ve yüzme kariyerine veda ediyor. Klasik bir hikâyede “Ben yapamıyorsam o da yapamasın” diyen rakip kardeşler izleriz. Biz de Meg’in Trudy’ye ne zaman sırtını döneceğini merak etmeye başlıyoruz. Ama bu gerçekleşmiyor ve Meg, Trudy’nin Manş Denizi’ni geçebilmesi için var gücüyle çabalıyor. Yani toplumsal normlara uymalarını salık vermek yerine kızlarının ufkunu açan bir anneye ek olarak, kız kardeş ifadesinin her anlamda hakkını veren bir abla sayesinde kadın dayanışması izliyoruz bir yandan.
1926 yılına, Trudy’nin Manş Denizi’ni geçme macerasına geliyoruz. Kendi otoritesini kabul ettirememeyi sindiremeyen antrenörü, Trudy’yi sağlığından etme pahasına ilk denemesinde genç kadını sabote ediyor. Bunu ortaya çıkaran ve Trudy’ye ikinci kez denemesini salık verip ona koçluk yapan kişiyse Manş Denizi’ni geçmiş ikinci kişi Bill Burgess (Stephen Graham). Burgess’ın dudaklarından dökülen şu cümle filmin mesajını özetliyor aslında: “Onları antrenörleri bile öldürmeye çalışıyorsa, kadınlar ilerliyor demektir.”
Gerçek olaylardan uyarlanan her filmde olduğu gibi ‘Young Woman and the Sea’de de olayların bir miktar değiştiği kısımlar var, ancak bunlar akışa çok zarar vermeyecek detaylar. Özellikle Trudy’nin Manş Denizi’nin en tehlikeli yerinde, hava kararmışken, kılavuz gemisi de yokken dalgalarla gerçekleştirdiği mücadelesi o kadar gerçekçi bir teknikle aktarılmış ki filmin yönetmeni Joachim Rønning’e ayrı bir çift övgü ayırmak gerek. Kamera Trudy’nin dalgalara batıp çıkmasıyla birlikte hareket ediyor ve bir süreliğine klostrofobik hissediyoruz. Trudy bu zorluğu, ona uzaklardan ateş yakarak kılavuzluk eden halk sayesinde aşarken gerilim yerini sıcacık hislere bırakıyor.
Trudy Ederle rolünde, ‘Star Wars’tan da bildiğimiz Daisy Ridley var ve rolünü layıkıyla oynamış. Trudy’nin antrenörü Charlotte Epstein’i canlandıran Sian Clifford vesilesiyle de Prime’da yayınlanan kült dizi ‘Fleabag’den bildiğimiz, saç kesimiyle kaleme benzeyen Claire’i anmış olalım. Paris Olimpiyatları gündemimizdeyken ‘Young Woman and the Sea’ izleyicilere sporda kazanılan başarıların madalyaya indirgenemeyeceğini, tıpkı Trudy Ederle’nin birçok kıza öncülük etmesi gibi, sporcuların toplumsal değişim yaratma gücünü hatırlatıyor. ‘Young Woman and the Sea’yi Disney+’tan izleyebilirsiniz.
Netflix’in aynı adlı çizgi romandan uyarlama sevilen bilim kurgu dizisi ‘The Umbrella Academy’ dördüncü ve final sezonuyla döndü. Gençliğiniz rock müziğin revaçta olduğu dönemlerde geçtiyse My Chemical Romance grubuna aşinasınızdır. Grubun vokalisti Gerard Way, işte söz konusu çizgi romanın yazarı.
1989 yılında aynı gün ve saatte, gebe olmayan 43 kadın aniden doğum yapar ve hikâyemizin ne kadar tuhaf olacağının ipuçlarını alırız. Bu sıra dışı olay bilim meraklısı milyarder Sör Reginald Hargreeves’in (Colm Feore) dikkatini çeker. Çocuklardan yedisini evlat edinen milyarderimiz çocukların sıra dışı yetenekleri olduğunu keşfedince ‘The Umbrella Academy’ adını verdiği akademide, yani bir şatoda onları yıllarca eğitime ve deneylere tabi tutar.
İlk sezonda sıklıkla geçmişe dönsek de ana hikâye çocukların 30 yaşındaki haliyle, 2019’da başlıyor. Zaman içinde birbirlerinden kopmuş kardeşler, babaları Reginald’ın ölümüyle cenaze için bir araya geliyor. Beş Numara ise (Aidan Gallagher) cenazeye zamanda yolculuk yaparak gelecekten katılıyor ve yakın zamanda kıyametin kopacağını, kardeşler olarak birlik olmaları gerektiğini açıklıyor.
Dizi buraya kadar ‘Talihsiz Serüvenler Dizisi’ tadı verse de takım elbise içindeki iki tetikçinin beceriksizce bir görev üstlenmesi ve sürekli aynı mekânda yiyip içmeleri diziye ‘Pulp Fiction’ havası katmaya başlıyor. Bu tetikçilerin görevi ekibimizin kıyameti önlemesini engellemek. Kardeşlerimiz, önlemeye çalıştıkları kıyametin kendilerinden kaynaklandığını öğrenince ise iş işten geçmiştir tabii. Dünyanın sonu geldiğinde yok olmamak için zamanda yolculuk yaparlar.
İkinci sezonun konusu, kıyametten kaçmak için zamanda yolculuk yapan kardeşlerin 1960’ların başında, yine kendilerinin sebep olacağı bir kıyameti durdurmaya çalışmak! Dünyanın sonu bu kez 1963 yılında, tarihte yer almayan bir ABD-Sovyetler Birliği savaşından beklenir.
Bu tür hikâyeler hep bu iki büyük güç etrafında döner malum. (‘Stranger Things’in gereksiz anti-SSCB propagandası misal.) Dizi ABD’de geçiyorsa saldırıların genelde Sovyet Rusya’dan gelmesine şaşırmıyoruz. Ekibimizden Vanya’nın (Elliot Page) Rus olması da başlı başına bir mesaj aslında. Özel gücü olmadığına inandırıldığı için yıllar boyunca dışlanmış Vanya aslında dünyayı yok edebilecek güce sahiptir. Kontrol edilmezse felakete yol açabileceğinden, güçleri babası tarafından baskı altında tutulur. Evin babası (ABD), Vanya’yı (Sovyetler’i) öyle güçlü görüyor ki yılanın başını küçükken ezmeye çalışıyor. İkinci sezonun sonunda Vanya alenen KGB ajanı olmakla suçlanıyor zaten.
Dizinin toplumsal arka planı burada bitmiyor. İkinci sezonun geçtiği 1960’larda siyahilere yönelik ayrımcılığı izliyoruz. Sezonda ayrıca John F. Kennedy suikastı önemli bir yer tutuyor. Aynı dönemde uzay araştırmaları da yapılıyor; bilimsel gelişmeler de es geçilmemiş oluyor. Üçüncü sezondaysa Berlin Duvarı’nın yıkılış sahnesi var. Kısacası bilim-kurgu türündeki dizi bolca komedi unsuru içermesinin yanı sıra, toplumsal gelişmeleri kurguya ustaca yedirmesiyle de öne çıkıyor.
Üçüncü sezonda da formül değişmemiş, dünyanın sonunun geleceğini öğrenmiştik. Bunun sorumlusunun yine bizim ekip olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Artık kıyameti engellemeye çalışmaktan yorulmuş ekibimiz mahalle yanarken düğün yapıp eğlenmişti. Hem görsel hem duygusal açıdan oldukça keyifli, hikâye açısından da çok yerinde bir finaldi. Öyle ki dördüncü sezona gerek var mıydı, bilemiyoruz. Aynı konuyu her sezon görmeye doymuşuz. Kardeşler kendilerini imha etse sorun çözülecek ama neyse. Dizinin dünyanın sonu temasıyla dalga geçtiğini düşünmek için yeterli sebebimiz var bir yandan da.
Özetle zamanda yolculuğun akıl sır ermeyen karmaşalarından hoşlanıyorsanız, ‘Dark’a başlamak istiyor ama gözünüz kesmiyorsa işe ‘The Umbrella Academy’den başlayabilirsiniz. Reginald’ın evlat edinmediği diğer sıra dışı çocuklardan bahsedilmemesi tuhaflığını göz ardı ederseniz, Netflix’in ‘The Umbrella Academy’sinin final sezonu hafta sonu için ideal.
Siz de bizler gibi, eksiğiyle gediğiyle de olsa yerli fantastik denemelerin önemli olduğunu düşünenlerdenseniz güzel bir haberimiz var: Netflix Türkiye’nin fantastik dizisi ‘Şahmaran’ ikinci sezonuyla döndü. ‘Atiye’nin Göbeklitepe’den ilham alması gibi ‘Şahmaran’ da yerel mitolojiden, Şahmaran efsanesinden uyarlanıyor:
Yılanların şahı Şahmaran insanlardan uzak, yeraltında yaşarmış. Bir insan olan Camsap’a âşık olmuş. Günlerini Şahmaran’la geçiren Camsap bir gün eski yaşantısını özleyip yeryüzüne dönmek istemiş. Şahmaran’ın tek şartı, yerini kimseye söylememesiymiş. Ancak Camsap padişahın hasta olduğunu, şifanın da Şahmaran’da olduğunu öğrenmiş ve vezire Şahmaran’ın yerini söylemiş. Sevgilisinin ihanetine fedakârlıkla karşılık veren Şahmaran’sa Camsap’a şifanın tarifini anlatmış: “Gövdemi üçe ayırın. Başımı kaynatıp padişaha içirin, şifa oradadır. Gövdemi kaynatıp vezire içirin, zehir oradadır. Kuyruğumu kaynatıp sen iç sevgilim, ölümsüzlük oradadır.”
Gelelim dizimizin ufak dokunuşlarına: Ölümsüzlük kazanan Camsap, ihanetinin bedelini ağır vicdan azabıyla yaşamaya mahkûm olarak ödemektedir. (Bu açıdan bakıldığında ölümsüzlük onun için bir ceza.) Camsap ne zaman vicdan azabından kendini öldürmeye kalksa hafızası sıfırlanır, yeni bir kimlikle yeni bir hayata başlar. Camsap en son Davut (Mustafa Uğurlu) olarak dünyaya gelip evlenir ve baba olur. İşte ana karakterimiz olan Şahsu (Serenay Sarıkaya) burada devreye girer.
Psikoloji alanında öğretim görevlisi olan Şahsu hem işi gereği hem de annesinin ölümünü dedesi Davut’a haber vermek için Adana’ya gelir. Asıl amacı, annesini çocukken terk eden dedesinden hesap sormaktır. (Davut aslında Camsap olduğunu ve yükünü ailesine de yansıtmamak için zamanında onları terk ettiğini henüz hatırlamıyordur.)
Şahsu annesinin terk edilme travmasıyla tetiklenen psikolojik rahatsızlıklarını kendisinin de taşıdığını düşünür. Yalnızlık, ait olamamak, yer yer gerçekle bağlantıyı yitirmek gibi semptomların, dizideki ifadeyle ‘dünya sancısı’nın aslında Camsap’ın lanetinden aktarılan vicdan azabı olduğunu çok sonra öğrenir. Dizinin en başarılı yanı psikoloji ve felsefe alanlarına ait varoluşsal kriz meselesi ile fantastik türdeki lanetlenme anlatısını iyi bir şekilde harmanlamış olması.
Dizinin diğer küçük dokunuşu da Şahmaran’la Lilith efsanesini harmanlaması. Bazı anlatılarda Âdem’in ilk eşi olarak bilinen Lilith itaatsızlığıyla öne çıkan bir kadın arketipidir. Dizideki Lilith ise Şahmaran’ın kız kardeşidir. Lilith, ablasına ihanet eden Camsap’a zarar vermesin diye bizzat Şahmaran tarafından Anavarza Kalesi’ne kapatılır. Kehanete göre Lilith uykusundan uyanacak ve insanlardan intikam alacaktır. Ona engel olacak tek şey, Şahmaran’ın halkı Marlardan seçilmiş biri ve Camsap’ın soyundan gelen bir insan kızının âşık olması, bu defa hayatından vazgeçen tarafın insan olmasıdır. (Camsap’ın soyundan geleceğine inanılan insan kızı elbette Şahsu.)
Seçilmiş Mar ise diğer ana karakterimiz Maran (Burak Deniz). Maran’ın ailesi kehanetin gerçekleşmeye başladığına inansa da Maran hem kehaneti hem liderlik pozisyonu reddederek bölgede yaşayan diğer Marları kızdırır. Şahmaran’ın intikamını almak isteyen Marlar, Lilith’in uyanması için Şahsu’yu feda etmeye hazırdır. Maran ve ailesi tarafından korunan Şahsu’yu, ilk sezonun sonunda özel güçler edinmiş halde bırakmıştık. Lilith de uykusundan uyanmıştı. İkinci sezonda Şahsu, bedeninde Şahmaran’ı ağırlayacak. Lilith ise Saadet Işıl Aksoy oyunculuğuyla karşılayacak bizi. Ve Şahsu-Lilith görünümlü bir Şahmaran-Lilith karşılaşması izleyeceğiz.
‘İnsan için diğer türlerin feda edilmesinde sakınca yoktur’ düşüncesine eleştiri getiren, insanın kötü olduğunu savunan temanın yanı sıra dizinin başka bir teması daha var: Şahsu’nun da dediği gibi, Şahmaran da dahil birçok efsanede (ve gerçek hayatta) fedakârlığın hep kadından beklenmesi. Ancak dizi kendi inşa ettiği bu temayı yer yer unutmuş. Lilith’in insanlara saldırmamasının tek şartı, insan kızının kendini feda etmesiydi ki bu Lilith’in isteyeceği bir şey değil bize kalırsa.
İkinci sezonda da Lilith ve Şahsu/Şahmaran karşı karşıya gelirse kadınlar dayanışmak yerine birbirine düşmanlık etmiş olacak. Şahsu barış için kendini feda ederse de kurtarıcı kompleksini ve toplumsal cinsiyet rollerini bürünmüş olacak. Yine de umut var. Şahsu’nun dengeye vurgu yapması, bir tarafın diğerine üstün olması gerekmediği anlamına geliyor belki de. Yönetmen koltuğunda Umur Turagay’a yeni sezonda Bertan Başaran eşlik ediyor, senaryo yine Pınar Bulut’a emanet. ‘Şahmaran’ın ilk iki sezonunu Netflix’ten izleyebilirsiniz.
BİR BEN VAR, BENDEN İÇERİ
Kapanışı geçen günlerde hayatını kaybeden usta oyuncu Genco Erkal’la yapalım. BluTV’nin 2017 yapımı yerli dizisi ‘7Yüz’ü bilen bilir, bilmeyenlere de bu vesileyle tavsiyemizdir. Derin hikâyeleriyle özgün bir yer edinen dizinin her bölümü birbirinden bağımsız konuları anlatıyor. Her bölüm bizi insan olmanın kusurlarıyla yüzleştiriyor, insanı farklı boyutlarıyla ele almaya ve ahlaki konumumuzu muğlaklaştırmaya zorluyor. Karakterlerin yüzleşmek zorunda kaldığı içsel ve toplumsal çatışmalar öyle gerçek ki izlerken karakterlerden biri oluvermişçesine, bölüm bitse de hikâyelerden çıkamıyorsunuz.
Dizinin oyuncu kadrosu da iddialı. Birbirinden yetenekli Merve Dizdar, Engin Hepileri, Melisa Sözen, Tuğrul Tülek, Damla Sönmez, Belçim Bilgin, Ekin Koç, Pınar Göktaş, Serkan Altunorak bize eşlik ediyor. Usta oyunculardan Dolunay Soysert, Sinan Tuzcu ve Cem Davran, duayenler Tilbe Saran ile Genco Erkal da tuzu biberi.
Genco Erkal’ın rol aldığı beşinci bölüm ‘Refakatçiler’ yaşlı bir adamın yalnızlığını ve vicdanıyla yüzleşmesini konu alıyor. Erkal’ın canlandırdığı Serhat eşi öldüğü, oğlu da yurtdışında yaşadığı için hayatını tek başına sürdüren yaşlı bir adamdır. Bir gün kalp krizi geçirip hastaneye yatırılır. Hastaneye onu ziyarete ölmüş karısının hayaleti gelir ve taburcu olduktan sonra Serhat’ı kendisine dadanan bu hayaletle didişirken izleriz.
Tilbe Saran’ın canlandırdığı Vildan bu ‘dadanma’ sırasında kocası Serhat’a herkesi kendinden uzaklaştırdığını ve bu yüzden yalnız kaldığını hatırlatır, bir de oğluyla olan husumetini! (Vildan’ın hayali elbette Serhat’ın vicdanının sesini simgeliyor. Vildan ismi bile ses benzerliğinden seçilmiş olmalı). Serhat kapatmak istedikçe konu kendini gösterir; tıpkı Serhat yapıştırdıkça geri sökülen duvar kâğıdı gibi. Metafor zengini bir bölüm.
Özetle ‘7Yüz’, insanın kusurlarına ve sırlarına dalmaktan kaçınmayan izleyicilerin listesine alması gereken bir yapım. Her bölümün farklı bir konuyu ele alması, Tunç Şahin başta olmak üzere her bölümün farklı yönetmen ve senaristlerin imzasını taşıması, farklı oyuncuların üsluplarını inceleme fırsatımızın olması, yani çeşitlilik unsuru seyri kolaylaştırıyor. ‘7Yüz’ün tüm bölümlerini BluTV’den izleyebilirsiniz.