İran Cumhurbaşkanı Reisi bu kez terör yüzünden Türkiye ziyaretini erteledi
Almanya- Türkiye maçının en dikkat çekici öyküsü genç bir isimden geldi. Almanya-Regensburg doğumlu 18 yaşındaki gencecik bir fidan, Kenan Yıldız ışıl ışıl parladı.
Benim kuşağımın futbola doğduğu dönemin neredeyse tek hâkimiydi ‘Almanya’ (o zaman başında ‘Batı’ ya da ‘Federal’ takısı da vardı). ‘Dünya Kupası 74’ün şampiyonu, ‘Euro 76’nın finalisti, ‘Euro 80’nin şampiyonu, ‘Dünya Kupası 82’nin finalisti, ‘Dünya Kupası 86’nın finalisti, ‘Euro 88’in yarı finalisti, ‘Dünya Kupası 90’nın şampiyonu, Euro 92’nin finalisti vs. vs… Bu oyuna sevdalandığım ilk zamanlarda gönlüm Cruyff ve arkadaşlarından yana düştüğü ve Germenler de 74’te kendi evlerindeki turnuvada Rinus Michels’in ‘Total Futbol’unun zafere ulaşmalarını engelledikleri için her daim içten içe de nefret doluydum onlara karşı… Ve işin ilginci, yıllar sonra Lineker’ın “Futbol 22 kişinin oynadığı ve nihayetinde Almanların kazandığı bir oyundur” şeklinde özetlediği bir gerçeği bizatihi o çocukluk ve ergenlik yıllarımda çoktan görmüş, yaşamıştım…
Ama zaman tabii ki sizi her anlamda büyütüyor, olgunlaştırıyor. Oyunun ruhunu, dinamiklerini, gelgitlerini, sevdanın biçimlerini, kazananın ve kaybedenin halet-i ruhiyesini bir şekilde anlıyor ya da öğreniyorsunuz. Bütün bu süreç içinde de Almanya bazen dibe vurdu, bazen de yine eski görkemli günlerine döndü. Özetle gezindiğim suların ardından karaya çıktığımda anladım ki oyunu İngilizler keşfetmiş, Brezilyalılar güzelleştirmiş, İtalyanlar stratejik hale sokmuş, Almanlar da mekanikleştirmişti. Hayatın diğer alanlarında ve kategorilerindeki düzeni yeşil sahaya taşımışlar, yetenekten ziyade güç, mücadele, disiplin ve emekle işlerini halletme yolunu gitmişler ve başarıya ulaşmışlardı.
Günümüze gelindiğinde ise ‘Dünya Kupası 2014’te yarı finalde ev sahibi Brezilya’ya Maracana’da 7-1 gibi bir hezimet yaşatıp onları adeta 1950’deki finalin acı hatıralarıyla ve travmasıyla buluşturarak hafızalarına yeni bir trajedi eklemişler, finalde de bir diğer Latin Amerika devini, Arjantin’i yenerek şampiyon olmuşlardı. Lakin sonraki iki turnuvada, yani ‘Dünya Kupası 2018’ ve Dünya Kupası 2022’de gruplarından çıkamadılar ve üçer maçlık macerayla evlerine döndüler… Şimdiki zamanda ise tekrar o eski kimliklerinin peşindeler. ‘Euro 2024’te ev sahibi oldukları için organizasyondaki yerleri garanti ve bu yüzden turnuvaya ilişkin güçlerini hazırlık (dostluk) maçlarıyla ölçüp biçmeye çalışıyorlar.
Ya bu kültürün tarihsel, sosyolojik ve futbol açısından bizle ilişkisi nasıl? Malum, geçen yüzyılın insanlığın hafızasındaki bütün gezegeni etkileyen iki büyük kanlı sayfa vardı; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları. İkincisine o dönemin politikacılarının (başta rahmetli İsmet İnönü) usta manevraları sayesinde girmemeyi başarmıştık. Lakin ilki için böyle bir şansımız olmadı, iki Alman zırhlısı Goeben ve Breslau, Yavuz ve Midilli adlarıyla bizi de o büyük felaketin bir parçasına dönüştürmüştü.
Futbol, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında popüler kültürün en önemli dinamiklerinden biri olurken birçok ülke gibi biz de ‘Modern zamanlar’a tutunmak için bu son derece zevkli oyunun sevdalıları arasına katıldık. Ama ne yazık ki tutkumuzun karşılığını uluslararası arenada alamıyorduk… İç sularda birkaç önemli odak noktamız vardı ve kitleler bu takımlar sayesinde sevinci ve üzüntüyü tadıyordu ama iş daha geniş sulara açılma aşamasına geldiğinde ne kulüpler ne de Milli Takım düzeyinde pek bir başarımız olmuyordu. Her maç sahayı boynumuz bükük terk ediyordu.
Nihayetinde iki Alman ortaya çıktı; sanki “Tamam sizi savaşa soktuk ama bu hatamızı futbolla affettirelim hiç olmazsa” (!) dediler adeta ve önce Jupp Derwall, sonra da Sepp Piontek oyunun bu coğrafyadaki gidişatına kendi dokunuşlarıyla farklı bir hava kattılar. Özellikle de futbol gelenekleri içindeki en temel düzen olan ‘usta-çırak ilişkisi’ni ve işleyişini doğru portrelerde ortaya koydular. Derwall geride Mustafa Denizli’yi, Piontek de Fatih Terim’i bırakarak sahneden çekildi ve gittiklerinde biz artık o eski ‘En alttakiler’deki (yeri gelmişken Günter Wallraff’a da selam olsun) yerlerimizi terk edip orta, bazen de üst taraflar için mücadele eden bir kimliğe ve geleneğe kavuşmuştuk…
Bitmedi, Alman futbol endüstrisi zaman içinde çok kültürlü bir yapıyı da benimsedi, 60’lar ve 70’lerde kendi ülkelerine çalışmak için gelen göçmen işçilerin çocuklarına kendi ülke pasaportlarını verdi; İtalyan, Yugoslav, Leh ve Türk gençleri disiplinli bir yapı içinde eğitimlerini aldılar, birikim kazandılar, yeteneklerini geliştirdiler ve büyüdüklerinde de kimileri Alman Milli Takımı’nı, kimileri de babalarının doğup büyüdüğü toprakların takımını seçti ve Avrupa futbolu açısından önemli bir kaynak yaratıldı. Bu hikâyenin bizdeki ana profillerini hepimiz biliyoruz. Vakti zamanında ‘rahmetli’ Erhan Önal, İlyas Tüfekçi, Erdal Keser gibi isimlerle başlayan süreç daha sonra yerini orada yetişip kalbi buradakiler için atsa da milli takım hakkını Germenlerden yana kullanan portrelere bıraktı. Mesut Özil, Emre Can, İlkay Gündoğan bu kategorinin zirve noktalarıydı, Yıldıray Baştürk, Hamit-Halil Altıntop, Nuri Şahin ve şimdilerde de Salih Özcan da diğer kategorinin zirve isimleri…
Bütün bu tarihsel akışın bizi getirdiği noktada dün ev sahibi kimliğiyle ‘Euro 2024’teki yeri garanti olan Almanya’yla grup maçlarında aldığı sonuçlar itibariyle turnuva biletini cebine koyan Türkiye, tarihi Berlin Olimpiyat Stadı’nda bir hazırlık maçı oynadı…
Aslında bu mücadelenin bence en ilginç parantezi şuydu; iki ekip de Japonya’yla oynadıkları hazırlık maçlarında aldıkları mağlubiyetlerle teknik direktörlerini değiştirmiş, ev sahibinde Hansi Flick yerini Julian Nagelsmann’a bırakmış, konuk ekipte de Stefan Kuntz’la Vincenzo Montella yer değiştirmişti. Bir başka paranteze ilişkin notumuzu da düşeyim: ‘Japonya mağdurları’nın dünkü randevusunda iki takımın da kaptanları (İlkay Gündoğan ve Kaan Ayhan) Gelsenkirchen doğumluydu.
Karşılaşma öncesi Türkiye cephesine ilişkin sonu işareti şuydu: Takımın başına geçtikten sonra Hırvatistan ve Letonya maçlarında gelen iki galibiyetle ‘kışımızı yaza çeviren’ Montella acaba gruptaki son maç olan Galler karşısına süreceği muhtemel ‘İlk 11’le mi maça başlayacaktı yoksa forma vermediği diğer isimlerin performanslarını gözlemek adına değişik bir takımla mı başlayacaktı? Bu sorunun cevabı şöyleydi: Son iki maçtaki ‘İlk 11’den farklı isimlerle start alındı lakin ilk düdükten sonra ilerleyen dakikalarda görüldü ki bu ‘11’ de yeterince verimliydi ve maçta ilk perde Ay-Yıldızlıların 2-1 galibiyetle sona erdi.
Aslında mücadeleye daha etkin başlayan taraf ev sahibiydi. Henrichs’in klas pasında sağda hareketlenen Sane’nin içeriye yolladığı topu Havertz ağlarımıza yollamakta zorlanmadı. Sonrasında Milliler oyunda önce dengeyi kurdu, sonra da top ve skor hâkimiyetini eline geçirdi. Ferdi Kadıoğlu ve Kenan Yıldız patentli iki gol de hücum yönümüzün sol kanadından gelirken ilk yarıda takımın nispeten etkisiz görünen ismi Alman orta saha ve defans bloğu içinde sık sık kaybolan Yusuf Yazıcı’ydı…
Karşılaşmanın ikinci yarısı da ilkine benzer bir görünümde başladı. Werder Bremen formasıyla geçirdiği etkili yılların ardından bu sezon Dortmund’a transfer olan ve Şampiyonlar Ligi’nde de parlayan Niclas Füllkrug 49’da skoru eşitledi. Akabinde ikinci yarı sahne alan bir başka Dortmundlu Salih Özcan’ın 53’te yan direkte patlayan şutu bizim adımıza kaçan en önemli pozisyonlardan biriydi. Montella’nın daha sonra sahaya sürdüğü isimlerden Yusuf Sarı, Havertz’in neden olduğu penaltıda Trapp’ın müdahalesine rağmen ağları bulunca yeniden öne geçtik. Son bölümler o klişe deyişiyle ‘Panzerler’in oyun üstünlüğü ve kalemize adeta çöreklenmesiyle geçse de gol kaydına muvaffak olamadılar, Türkiye ise Kerem Aktürkoğlu ve Barış Alper ikilisinin kontralarıyla farkı açmaya çalıştı.
Sonuçta 1951’te futbol tarihimizin erken çağlarında alınmış 2-1’lik galibiyetten sonra yine Berlin’de hafızalarda yer edinecek bir sonuca imza attık. İtalyan teknik direktör Montella da kendi kariyer sayfasının Türkiye hanesine “Üçte üç” notunu düşürmüş oldu. Abdülkerim Bardakçı’nın bir kez daha o inatçı, soluksuz mücadelesiyle ön plana çıktığı, Kaan Ayhan’ın ‘sakin güç’ olarak istikrarını sürdürdüğü, Altay’ın, Zeki’nin, Ozan’ın, İrfan Can’ın, oyunda sahne alan herkesin canla başla gayret gösterdiği, Ferdi’nin her zamanki klasını konuşturduğu bu maçın en dikkat çekici öyküsü ise genç bir isimden geldi. Almanya-Regensburg doğumlu 18 yaşındaki gencecik bir fidan, Kenan Yıldız, dün gece ışıl ışıl parladı. Yıllar önce, 8 Ekim 2005 Atatürk Olimpiyat Stadı’nda oynanan bir hazırlık maçında Terim’in Türkiye’si Klinsmann’ın Almanya’sını 2-1 yenerken galibiyet golü o dönemin genci Nuri Şahin’den geliyordu. Dortmund forması altında yavaş yavaş parlayan bu isim daha sonra Liverpool, Real Madrid gibi takımlarda da oynayacaktı. Kenan Yıldız bu yaşında Juventus gibi bir devin formasını zaten giyiyor, umarım onun da yolu ve kariyeri açık ve pırıltılı olur. Attığı gol çok klastı, oyunda kaldığı sürece de son derece başarılı bir performans ortaya koydu.
Almanya Japonya’ya 4-1 kaybedip Hansi Flick’le yolları ayırdıktan sonra çıktığı hazırlık maçlarında Fransa’yı 2-1, ABD’yi 3-1 yenmiş, Meksika’yla da 2-2 berabere kalmıştı. Bize karşı dün gece aldıkları sonuç, onlar adına yeni dönemdeki ilk mağlubiyet oldu. Turnuvaya kadar daha hazır hale gelirler elbet ama yine de genel olarak ortaya koydukları görüntü itibariyle bana ‘Başaltı bir takım’ izlenimi verdiler. Bu sezonun Bundesliga’da parlayan isimlerinden Leverkusen’li Wirtz mesela etkisizdi. Sane de Bayern’deki ışıltısından uzaktı. Ama yine de bu takımın ismi Almanya ve ne yapacakları asla belli olmaz.
Bizimkiler adına da şunları söyleyebilirim. Sonuçlar inanılmaz güzel ama bence asıl güzellik takımın kimyasında, ruhunda. Bu takımda (çok şükür ki) ‘Abiler’, ‘Adamlar’ yok (İrfan Can ve Hakan Çalhanoğlu sanki az-biraz bu ekolden gibiler, umarım bu yönde hareket etmezler). Ortak emek, ortak mücadele, ortak gayret var. Ve takımın başındaki ismin enerjisi hem çok pozitif hem de çok güzel. Atılan gollere sevinirken Montella’daki o saflığı, o mutluluğu yüzünden, vücut dilinden okuyabiliyorsunuz. Ama futbol bu, genellikle kazanılırken her şey güzel görünür. Umarım kaybetmeyiz ya da kaybettiğimizde de bu görüntüleri koruruz. Ne diyelim, yolun açık olsun Montella, yolunuz açık olsun genç fidanlar…
Öte yandan dünkü galibiyetin Berlin’den Hamburg’a, Frankfurt’tan Dortmund’a, Köln’den Düsseldorf’a, Bremen’den Karlsruhe’ye, Stuttgart’dan Darmstadt’a bütün Alman kentlerinde yaşayan emekçilerimiz için büyük bir moral kaynağı olacağı da aşikâr. Gurbetçi için dün gece ‘Almanya tatlı vatan’dı…