Bu kısa, bilinçakışı metinler, herhangi bir seansın herhangi bir anında karşımdaki koltukta oturan hastalarımdan duyduğum ve beni etkileyen bir cümlenin peşine takılmaya karar verdiğimde ortaya çıkmaya başladı. Kendimi onların yerine koymaya gayret ettim hep. Husserl’in ‘yaşam dünyası’ adını verdiği ve kişinin bilerek bilmeyerek dünyayla ve kendisiyle ilişkisinde inşa ettiği dünyanın içine girmeye çalışıp kısacık ve kısık sesle mırıldanmaya çalıştım, çalışıyorum her terapi seansında.
Hiç kimsenin hiçbir sırrını ele vermiyorum bu metinlerde. Sonuçta amacım herkesin dedikodu merakıyla izlediği diziler yapıp milyonlar kazanmak değil. Edebi bir metin inşa etmekten ve birilerinin ruhuna dokunmaktan başka hiçbir amacım yok.
***
Onu sırtından, saçlarından tanıdım. Ellerini kullanmasından. Kalbim küt küt çarptı. Yanımdan geçerken beni görmüş olması gerektiğini düşündüm. Ter bastı her yanımı. O olduğundan emin olmak zorundaydım. Kalktım, büyükçe bir yuvarlak çizerek masasının yakınına geldim bir rastlantıymış gibi. “Sen misin?” dedim şaşkınlıkla. Elbette ikimiz de biliyorduk bunun bir tesadüf olmadığını. Gülümseyerek, “Aa, merhaba,” dedi ve elini uzattı. 15 yıl sonra ilk defa elini sıktım. Avucumda o güzel elinin sıcaklığı. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. “Nasılsın?” diye sordum. “İyiyim, sen nasılsın?” diye yanıtladı. “Ben de iyiyim, yeğenimi bekliyorum, tanıyorsun.” “Evet, tanıyorum,” dedim acıyla. Sonra kısacık bekledim, upuzun bekledim, “görüşürüz,” dedim. “Görüşürüz,” dedi ve gülümsedi. Ayağa bile kalkmadı. Önünde hamburgeri vardı. Küçük bir el çantası, suyu ve benim bakışlarım vardı masada, darmadağın. Döndüm, masama yürüdüm, artık ağlayabilirdim. Beş dakika sonra yeğeni geldi, kalktılar.