Sevgili günlük…

12 Mayıs 2025

10 Mayıs, Berlin

Bir haftayı geçen bir süredir Berlin’deyim. Uzun yıllar Basel’de yaşadıktan ve on dört sene önce İstanbul’a geri döndükten sonra ilk defa, bir turist olarak değil de, tekrar bir şehre yerleşmek üzere olan biri gibi dolaşıyorum bir şehri. İstanbul olmayan bir şehri. 

İsteğim burada bir terapi merkezi açmak ve İstanbul’la Berlin arasında gidip geldiğim bir hayat sürmek. Ne zamana kadar mı? Bilmiyorum doğrusu. Bir gün başka bir şey isteyip, gücüm de olursa, o isteğimi hayata geçirene kadar.  

Kısa bir süre sonra, sanırım, hayata geçirebileceğim planımı. Hatta gelecek hafta bir ev bile bakacağım. Biraz ürkmüyor değilim. Bu yaştan sonra böyle bir hareketliliği kaldırabilir miyim, emin de değilim aslında. Bir yandan, neredeyse yaşadığım mahalleden dışarı çıkmadan yaşarken, öte yandan aralarında binlerce kilometre olan iki şehir arasında gidip gelmeye karar veriyorum. Verdim. Üzerinde çok da düşünmek istemiyorum aslında. Düşünmemek ve ama yaşamak istiyorum. 

Türkiye’nin aklıma, duygularıma, hayata bakışıma basan, baskı kuran hali bir kaçıp kurtulma hissi yaratıyor bende. Öte yandan, kaçıp kurtulma şansına sahip olmam bir miktar suçluluk duygusu da doğuruyor. Bunu yapabilecek durumda olmayan ve kendilerine dayatılan hayatı yaşamak dışında hiçbir şansları olmayan milyonlar var ülkede. Ve ben sanki bu insanlara ihanet ediyormuşum ve bencilce kendimi düşünüyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum arada. Ama bu yaştan sonra aktif bir mücadele içinde olabileceğimi de sanmıyorum. Okumak istediğim kitaplar, izlemek istediğim filmler, yaşamak istediğim heyecanlar var daha ve benim önümdeki yıllar sayılı. Kaybedecek zamanım yok ve bir seçim yapmak zorundayım.  

İlker (Canıkligil) çıktı sonunda. Elbette davası devam ediyor. 

Örneğin İlker; davası sürerken büyük ihtimalle yurtdışı yasağı da söz konusudur. Zaten vize bile almakta zorlandığımız bu dünyada bir de kendi ülkesinin yönetimi tarafından yasaklı duruma düştü İlker ve aslında ne için? Eleştiri olarak yazmıyorum bunu. Söylediklerimiz, yazıp çizdiklerimiz gerçekten birilerine etki ediyor mu, herhangi bir kıpırtı yaratıyor mu dünyada, hiç de emin değilim artık.

Birkaç güzel insanla tanıştım Berlin’de. Onlar adına heyecanlandım, bilgi düzeylerine hayran oldum. 

Genç yaşlarda Basel’de yaşadığım zorluklarla mücadele ettiğim zamanki gibi değil bu seferki Avrupa yolculuğum. Neyi ne zaman yapacağıma kendi başıma karar verebileceğim belli düzeyde bir bağımsızlığa sahibim artık. 

Basel her ne kadar ikinci memleketim gibiyse de, küçük bir şehir sonuçta ve Berlin’le hiçbir açıdan karşılaştırılamaz. Berlin, insana isterse yalnızlık bahşeden, isterse kalabalık bir hayatı mümkün kılan bir şehir. Tıpkı İstanbul gibi. Üstelik bunu İstanbul’un yaptığı gibi de yapmıyor. İstanbul’da paranız yoksa şehrin olanaklarından yararlanmanız büyük oranda mümkün olmaz. Oysa Berlin’in sunduğu olanaklar kesinlikle para endeksli değil. 

Bugün yine şehri yürüyerek katetmeye çalışacağım. Belki Yağmur da katılır bana. Hava bulutlu, serin ama yağmur olmadığı için herkes dışarıda. İnsanların yüzlerindeki huzuru kıskanmamak elde değil. Koşanlar, bisiklete binenler, köpekleriyle dolaşanlar, kahve içip sohbet edenler, tramvay bekleyenler, flört edenler, bebek arabalarını rahatlıkla sürüp hiçbir engelle karşılaşmayan anne ve babalar vs. 

11 Mayıs, Berlin

Bugün Anneler Günü. Ben Yağmur’la Berlin’deyim, çocuklarımın annesi Çiğdem Eylül’le Paris’te. Onları görüntülü aradık, bir kafede kahvaltı ediyorlardı, biz de Yağmur’la Mauerpark’ta kurulan bit pazarından dönmüş Rosenthal Platz yakınlarındaki bir pastanede kahve içiyorduk. 

Hafta sonu gazetesi aldım iki tane. Uzun uzun sayfaları karıştırmak, ilgimi çeken haber ve yazılar içinde kaybolup gitmek ve ellerime bulaşan mürekkep. Nasıl da özlemişim. Kıskandım ve kızdım. 

Bit pazarından Kanat’ın tavsiye ettiği bir Iggy Pop albümü aldım. The Idiot. Kanat ayak üstü David Bowie’nin Berlin’de yaşadığı sırada Iggy Pop’un bu albümü çıkarmasına destek olduğunu anlattı. Evet, o da Berlin’de. 

Dünkü tesadüfi karşılaşmamız çok hoştu. Ben Kastanienallee’de yeni keşfettiğim kitapçıya doğru yürürken, hoş, küçük bir dükkânın önüne atılmış iki sandalyeden birinde zayıf, sakallı bir adam gördüm ve “Ne kadar da Kanat’a benziyor,” diye aklımdan geçirdim. O sırada Kanat bana, “Alper,” diye seslendi. Üç gün için kaçmış o da. Nefes almaya ihtiyacı varmış. 

Dükkânın sahibi, Pınar adında çok tatlı bir arkadaşı Kanat’ın. Üçümüz oturduk, biraz sonra oğlum Yağmur da geldi, uzun uzun sohbet ettik. Kanat Pınar’a Arnavutköy’deki manavdan erik getirmiş. 

Sohbet ederken iki şişe köpüklü şarap içivermişiz. Kafamız azıcık bulutlandı. Akşamüzeri Kanat Galatasaray – Trabzonspor maçını izlemeye otele gitti, biz de Yağmur’la onun evinde vakit geçirdik. 

Yağmur’un kitapları arasında, Demir Özlü’nün 1989’da Berlin’de kaldığı üç ay sırasında günlük tarzında tuttuğu notları okudum. Onun içsel yalnızlığını Stockholm ve Berlin üzerinden anlatmasını, artık hayatta olmayan ve mutlak yalnızlığa göç etmiş bir yazarın sessiz satırlarını okumak hüzünle doldurdu içimi. 

İstanbul’a döndüğümde bir süre Demir Özlü okumak istiyorum. Demir Özlü’nün Berlin’de olduğu sırada henüz duvar yıkılmamıştı. Ama 1989’un mayısında, yani duvarın yıkılmasından beş ay kadar öncesinde oradaymış yazar. Onun kendini bir yere ait hissetme ihtiyacının derinliğini gördüm günlüğünün satır aralarında. Üç ay gibi kısa bir sürede Roseneck’teki küçük çatı katını bir ev gibi benimsemesi ne kadar da can yakıcı. Üstelik karısı ve çocukları Stockholm’da onu beklerken. Bunları konuşurken, Yağmur şu yorumu yaptı: “İnsanın çevresinde birilerinin olup olmamasıyla hiç ilgisi yok sanırım içsel yalnızlık denen şeyin.” 

Günün süsü Edip Cansever’den: “dışarı çıkmadık, çünkü hep dışardaydık / içeri girmedik, çünkü hep içerdeydik / bir oteldik ki hepimiz / öylece otel kaldık.”

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.