17 Mayıs, Paris
Dün sabah erken saatlerde Paris’e indim. Çok uzun zaman oldu bu şehre gelmeyeli. Yaşım ilerledikçe uçağa binip bir yerlere gitmekten daha da haz etmez oldum. Bir şehirde yaşamaya başlamayı, gezip dolaşacaksam bunu orada yapmayı ve o şehrin kendisini hissetmeyi seviyorum daha çok.
Ama yine de, Berlin’den buraya gelmek o kadar kolay oldu ki, şaşırdım. Berlin havaalanına uçuşun yalnızca yarım saat öncesinde geldim ve bir buçuk saat sonra Paris’teydim. Pasaport kontrolü olmadığı için de on beş dakika kadar sonra kızımın evindeydim.
Kızım ve sevgilisiyle biraz zaman geçirdikten sonra kendi otelime geçtim ve bu otel işlerini ne kadar beceremediğimi anladım. Otel o kadar kötüydü ki, dört günlük ücreti yakıp başka bir yere geçtim. Üstelik nerede yattığına önem vermeden, sandalye üzerinde uyuyup rüya görebilen biriyim ben.
Bu sabah uyanıp çok hoş bir Fransız kafesinde Filiz’in (Aygündüz) benden istediği Sezen Aksu yazısını bitirdim. Yazıda kendimle ilgili çok şeyi açık ettiğime dair kötü bir hisle doldu içim ama sanki artık sadece anılarını yazan yaşlı bir yazar gibi bir saçma konuma yerleştirdim kendimi; sanırım. Üç kahve ve bir croissant bütün sıkıntımı dağıttı ama. Sanırım yurtdışı, insanı doğduğu topraklarla bağ kurabilsin diye ana dilinde bir şeyler yazmaya itiyor.
Şimdi saat 13.30, ben Cafe Bonaparte’da, Rhone bölgesi üzümlerinden yapılmış çok güzel bir kırmızı şarap içiyor, kızımın gelmesini bekliyorum. Birlikte ‘Shakespeare And Company’ diye bir kitapçıya gideceğiz.
Buraya oturmadan önce çok ünlü, 1880’li yıllarda açılmış bir kafedeydim. ‘Cafe de Flore’. André Breton’dan J. P. Sartre’a kadar bütün Fransız entelijansiyası bu kafede buluşmuş. Bizim Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesi gibi bir yer yani. Derler ki Breton sürrealizm tanımını burada yapmış arkadaşlarına. Eluard, Picasso, Aragon; kimler gelirse aklınıza buradaki masalarda sarhoş olmuşlar, yazıp çizmişler. Yahya Kemal de burada çok zaman geçirmiş Paris yıllarında. Enis Batur da seviyor mu burayı, ona sormak lazım. Ama burası artık çok değişmiş, kafenin önünde upuzun bir kuyruk vardı. Turistik bir kafeye dönüşmüş maalesef. Bir kahve içip hızla kalktım oradan.
Berlin’de kendimi yabancı hissetmiyorum ama Paris öyle değil. Burada turist gibiyim. Hayatın anlamadığım bir dilde akıyor olmasından mı bilmiyorum. Oysa çok güzel bir meydana baktığım bir kafede oturup insanları izlemek benim kendimi evimde, hatta seans odamda hissetmem için yeterli olmuştur hep. Belki daha az turistik olan mekanlarına geri dönmem gerekiyor Paris’in. Örneğin dün gece harika peynirlerle çok güzel şaraplar içtiğim, kapısında ‘Fromage’ yazan yere gitmeliyim yine.
Oğlumun da kızımın da artık hayatlarıma yalnızca arada sırada girip çıkacaklarını görmeliyim. Onlar hep benim çocuklarım olarak kalacaklar ama bundan sonra evimize yalnızca misafir olarak gelip gidecekler sanırım. Benim onların evine bundan sonra ancak misafir olarak gidebileceğim gibi. Eylül’ün evine girdiğimde dün, oradaki geçiciliğimi fark ettim. Üzmedi bu beni ama hüzünlendirdi.
İnsan yalnızca kendine dahil. Sanırım bir de ne olursa olsun sadece annesinin olduğu yere ait hissediyor kendini. Kendi evinden daha çok annesinin olduğu yerde. Bunu bilsin lütfen bütün anneler. Hiçbir çocuk bunun farkına bile varamayacak çünkü, annesini kaybedene kadar.
Erkek olmanın ne kadar gereksiz bir şey olduğunu anlamak çok can sıkıcı. Bir insanı içine alabilmek ve bir insanı içinden dünyaya fırlatabilmek gibi bir doğal yetiye sahip olan kadının yanında erkek nedir ki? Acaba bunun için mi insanlık tarihinde fiziksel gücümüzü kullanma şansını elde ettiğimiz anda hayatı tarumar etmeye başlamışız erkek cinsiyetine sahip olan bizler? Oysa erkeğin kendini kadına teslim etmesi kendisi için yapabileceği en doğru şey olmaz mıydı? Yalnızca insanlık için değil, üstünde geçici olarak var olduğumuz bu yeryüzü için de.
Günün süsü İsmet Özel’den: sen diriyken sana bakmak / başlı ve sonlu bir uğraştı sanki.