Sevgili günlük…

19 Mayıs 2025

18 Mayıs, Paris

Üç haftaya yakın bir süredir Türkiye’de değilim. İki gün sonra dönüyorum ve tekrar Arnavutköy Doorstep’teki mutedil hayatıma devam edeceğim. Bu arada ne Berlin ve Paris’teki hayatım maceralarla dolu geçti, ne de Arnavutköy’deki hayatım o kadar sıkıcı. 

Mutedil kelimesi bizde çoğunlukla iklimle ilgili kullanılır ama aslında inişi çıkışı olmayan düzenli ve rahat bir hayat için de çok uygun bir tanım. Evet benim hayatım uzun süredir öyle. Yaşımla ve beklentilerimin gerçekçi sınırlara çekilmiş olmasıyla ilgili olsa gerek. 

Bugün Paris’in Montmartre bölgesindeki bir bistroda zaman geçiriyorum. Hava çok güzel. Güneşli ve beni rahatsız etmeyecek kadar sıcak. Sabah, online seanslarımı yaptıktan sonra, herkes gibi YouTube’ta bir şeyler izleyip duşumu aldım ve kahvemi içtikten sonra hayatıma başlamak için dışarı çıktım. Airbnb’den kiraladığım iki odalı bir evde kalıyorum. Dün kızım evi görünce, “Ben burada yaşayabilirim, çok güzel,” deyince, onların istedikleri evi tutmaları için elimden gelen bütün desteği vermeye hemen karar verdim. 

Dışarı çıkmadan önce çantama ihtiyacım olabilecek her şeyi koyup koymadığımı kontrol ettim. Bilgisayarım, bütün şarj alet edevatı, iki kitap – biri şiir, diğer polisiye – iki gözlük, bir defter, üç kalem. 

Bistro Renaissance küçük bir meydana bakan, üçgen bir binanın köşesine yerleşmiş lokal bir bistro. Dışarıdaki boş masalardan birine oturdum ve günün ikinci kahvesini söyledim. İnternette Alman gazetelerini okudum önce, neden bilmem. Türk gazetelerine göz atmak içimden gelmedi. Bilmediğim ama tahmin ettiğim haberleri bir dejavu duygusuyla tekrar tekrar okumak istemediğimden olabilir diye düşünüyorum. 

Bugün Pazar. Fransızlar Almanlara göre hafta sonları daha çok dışarı çıkıyorlar. Ben de onların arasında kaybolup gittiğim bir öğleden sonra yaşamaya bıraktım kendimi. 

İsviçre her iki ülkeden de farklı bu konuda. Pazar günleri İsviçre sokaklarında çok az insan görürsünüz. Oysa kiliselerin önü tıklım tıkıştır. Tertemiz giyinmiş, tıraş olmuş erkekler ve saçlarını yaptırmış kadınlar. Hemen hepsi orta yaşın üstündedir. Gençlerin nerede olduğunu kim bilir? 

Basel’de Türk ve Kürtler de pazarları dışarı çıkmaz. 

Ama, eğer hava güzel ve piknik yapacak kadar sıcaksa, Basel’in hemen dışında, ormanlık ve dağlık bölgelerdeki piknik alanları insanların sevinçli ama utangaç, kısık kahkahalarıyla dolar. Çocuklar top oynar, nefis sosis kokularına sıcacık böreklerin çıtırtısı eşlik eder. Biralar elden ele dolaşır. Zaman geçer, öğleden sonrası coşkusu akşamüzeri hüznüne döner yavaşça. Artık toparlanıp eve dönmenin ve uzun bir haftaya hazırlanmanın zamanı gelmiştir. Pazartesi sendromunun en çok hissedildiği ülkelerden biridir İsviçre. 

Freud nörotik krizlerin en ağırlarının pazar öğleden sonraları yaşandığını ta 20. yüzyılın başında Viyana’da dillendirmiştir. 

İçsel bir huzursuzluğun eşlik ettiği Pazar sıkıntısını Basel’de biz de Çiğdem’le yıllarca yaşadık. Çocuklarımızın varlığı bile buna engel olamadı. Oyalanıyorduk elbette ama internet de henüz yeteri kadar dolu değildi ve birbirimiz dışında çok az şey vardı hayatın devamı için. 

Birkaç saat sonra Bistro Renaissance’tan kalktım, Montmartre sokaklarında uzunca bir yürüyüş yaptım, Carrefour’dan gece için ufak tefek bir şeyler aldım. 

Şimdi Paris’in sıradan bir pazar akşamında sokak aralarındaki bir mahalle bistrosundayım. Çalışanlar Afrika kökenli, İngilizce bilen çok az. Bir kadeh şarap ya da bir bira ısmarlamak için herhangi bir dile ihtiyaç olmadığını anladığım saatler. 

Evet, Fransızlar Almanlara göre daha çok dışarıda. Her köşe başında bir bistro var ve hemen hemen hepsi tıklım tıkış dolu. Belli bir yaşın üstündeki herkes şarap içiyor, gençlerse daha çok bira tercih ediyorlar. 

Berlin’deyse pazar günleri genelde alkolsüz geçiyor. Berlin’in pazar öğleden sonralarında kahve kahve ve kahve içiyor insanlar. 

Genç anne babalar bebek arabalarıyla rahat rahat dolaşabiliyorlar. Masalarda oturan çocuklar bağırıp çağırmıyor, yemeklerini sakin sakin yiyip etrafa bakarak oyalanıyorlar. 

Birden bizim Basel pazar sabahlarımızı hatırladım. Yağmur’la Eylül’ü doyurduktan sonra, dokuza doğru her ikisini de arabalarına yerleştirip Ren kıyısındaki evimizden birkaç yüz metre ötedeki Claraplatz’a yürür, meydanın sırtını Ren’e dayamış köşesindeki, yeni açılmış Starbucks’a giderdik. Sütlü kahvelerimizi ve croissant’larımızı alıp üst kata çıkardık. Çocuklar çoktan uykuya dalmış olurdu ve biz, pazar günleri neredeyse yüz sayfaya yakın olan Neue Zürcher Zeitung’un sayfalarına dalardık. 

Çocuklar mızıldanmaya başladığında kalkar, eve geri dönerdik. Ardından, ya arkadaşlarımızla öğleden sonrası için yaptığımız program için hazırlık yapar ya da hiç kimseyi görmek istemediğimize karar verir, evde köşelerimize çekilip bir şeyler okurduk. 

Ren kıyısında, bazan coşkuyla, bazan bıkkın ve bulanık akan nehrin sularında hayallere dalarak dolaşırdık. Bazan Oberer Rheinweg boyunca sıralanmış ıhlamur ağaçlarının gölgesinde, bir sonsuzdan bir başka sonsuza akan suyun huzur veren kararlılığında sessizce ve hiç acele etmeden yürürdük. Bazan Ren’in gürültüsüne dayanamaz, hızla eve girerdik. 

Bir akşamüzeri, 1300’lü yıllardan beri Ren kıyısında olan evlerin sırasında tek başına yürür ve yarınki seanslarımı düşünürken kulağıma, Brahms olduğundan emin olduğum bir piyano partisyonunun notaları takıldı. Başımı kaldırdım ve yanından geçmekte olduğum evin hafifçe aralanmış penceresinden dışarı süzülen notaların kaynaklandığı piyanonun tuşları üzerine eğilmiş yaşlı bir adam gördüm. Piyanonun üstünde, yarısına kadar içilmiş bir kadeh kırmızı şarap ve yarıya kadar erimiş yanan bir mum gördüm. Piyanonun yanındaki ve karşısındaki duvar tavana kadar yükselen, içi tıka basa kitaplarla dolu kitaplıklarla kaplıydı. 

Durup onu izlemem mümkün olmadığı için hızla yürüyüp geçtim. Ama o yaşlı adamı hep merak ettim. Bir daha onu hiç görmedim. Evinin perdeleri ne zaman oradan geçsem kapalıydı. İçeriden piyano sesi geldiğine bir daha tanık olmadım. Çiğdem’e de, başka birçok arkadaşıma da anlattım bu hüzünlü sahneyi. Bir süre sonra, bu anlattığımı gerçekten yaşadım mı, yoksa sadece hayal mi ettim bilememeye başladım. Sonra tanık olduğum yaşantının gerçek olduğuna inanmayı seçtim, çünkü böyle bir sahneyi uydurmamın saçma olduğunu düşündüm.  

Günün süsü Attila İlhan’dan: “yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim.”  

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.