27 Ekim, İstanbul
İstanbul. 58 yaşımdan gün alıyorum. Öyle denir, değil mi?
21 Kasım, İstanbul
Bir süredir elim günceye gitmiyor. Nedenini hem biliyorum hem bilmiyorum. Arzu etmediğim şeyler oluyor hayatımda. Biraz fazla görünür olmaya başladım ve bu hiç de hoşuma gitmiyor. Ama Levent’e de hayır diyemiyorum, beni bir şekilde ikna ediyor. Görünür olmak, bir şekilde insanlara maruz kalmak anlamına da geliyor. Sanki bana ait sırların bir bir sır olmaktan çıktığı gibi saçma bir his var içimde. Hayatım bana ait olmaktan çıkıyormuş gibi. Belki zaten bana ait bir hayatım da yoktur, kim bilir?
Küçükbebek’te bir pastanenin kaldırıma atılmış masalarından birinde oturuyorum bu satırları yazarken. Çapraz masada genç bir kadın iştahla kahvaltı ediyor. Çok uzun süredir bu kadar istekle ve suçluluk hissetmeden karnını doyuran bir kadın görmemiştim. Bunu söyledim de ona. “Çok seviyorum yemek yemeği, üstelik daha bitmedi de,” dedi. Buna rağmen kilolu değil. Büyük ihtimalle sıkı spor yapıyor. Bir sürü dövmesi var. Sıra dışı olduğu kesin. Ben de su böreğimi yedim, ikinci çayımı yudumluyorum şimdi. Havalar böyle güzel gittikçe dışarıdaki bu masalarda oturmaya devam edeceğim sanırım. Pastaneden bir piyano konçertosundan notalar çalınıyor kulağıma. Sokakta klakson sesleri, pastanede klasik müzik.
Berlin’e bir hafta gidebilmem gerekli. Uzaklaşmak ve canımı kurtarmak istiyorum. Şiirin erkekleri biraz olsun daha duyarlı kadınlarıysa nörotik yaptığını düşünmeye başladım. Kesinlikle seksist bir yerden söylemiyorum bunu. Bu söylemimin tepki çekeceğini biliyorum ama buna rağmen arkasında duruyorum.
Bu arada 11 yaşımdan beri tanıdığım bir dostum aracılığıyla duyduğum bir yorum üstüne düşünmeye karar verdim: “Türk kadını – ben bunu İstanbullu beyaz Türk kadın olarak okuyorum elbette – evlilik seviyor ama koca sevmiyor.”
Arnavutköy’e akşam indi. Bebek Caddesiyle Beyazgül Caddesinin kesiştiği köşedeki barın sokağa attığı masalardan birinde tek başıma oturuyorum. Belki birazdan Levent gelecek. O gelene kadar sessiz, kendi içimde biramı yudumlayarak var olmaya devam edeceğim. Caddede garip bir trafik var. Çaprazımda henüz açılmamış bir restoranın valeleri sigara içerek gecenin bitmesini bekliyorlar. Önlerinden bir tekir kedi geçiyor. Söylene söylene. Kedi aniden durdu ve karşı kaldırıma geçmeye karar verdi. Sanki dünya geri çekildi. Sesler uzaktan geliyor gibi. Belki de gerçekten uzaktan geliyor. Belki de ben geri çekildim ve dünya uzakta kaldı.
26 Kasım 2025, İstanbul
Bu akşam Levent’le hayata geçirmeye çalıştığımız ‘Terapist&Antiterapist’ konsept projenin üçüncüsünü Kadıköy yakasında ‘The Wall Suadiye’de sunacağız. Levent bu proje için çok heyecanlı. Gerçi o her şey için heyecanlanabilen, hayat dolu bir insan. Üzüntüsünü de neşesini de o kadar büyük heyecanla yaşıyor ki, etrafındaki insanları da buna dahil ediyor ister istemez. Ama herkes bu “cesaretle bakmayı bilmediğinden” hayata, yarı yolda yorulanlar çok oluyor. Yorulanlar da tutup onu sorumlu tutuyor bu yorgunluklarından. Maratonu sprint atarak koşmak istiyor olması ürkütüyor herkesi. Ama hiç yılmıyor. Yılmasın da.
Ben ama, yukarıda sözünü ettiğim konsept bugüne kadar yapıp ettiklerime oldukça uzak olduğu için kaygılıyım biraz. Hayatı yaşayış ve yorumlayış tarzıma uygun olmayan bir şey mi yapıyorum soruları beliriyor zihnimde. Bir yandan Kant üzerine tez yazarken, öbür yandan popüler bir şey yapıyor olmak kendi içinde çelişen bir şey mi diye sorguluyorum. Bu soruya bir yanıtım da yok.
Günün süsü Turgut Uyar’dan olsun: kar dindi / gerçekten dindi / ellerine bakabilirsin artık.