09.12.2025, Berlin
Minoa Berlin’deyim. Kendi kitaplarıma rastladım burada. Hoşuma gitti mi? Gitti ama o kadar da umursamadım. Bu duygusuzluğumu, neden beklediğim kadar hoşuma gitmemiş olduğunu merak ediyorum aslında. Bu arada, içeri girdiğimde kitaplarım var mı burada diye göz atmak aklımdan geçmiş de değildi doğrusu. Ama psikoloji kitaplarının olduğu köşeye geldiğimde aklıma kitaplarım geldi ve zaten kitaplarım orada göz önünde duruyorlardı. Onların fotoğrafını çektim, niye bilmiyorum. Ardından bir masaya oturdum, kahvemi söyledim ve tezimle ilgili notlarıma gömüldüm. Yarım saat sonra sıkıldığımı ve tekrar kitap rafları arasında dolanmaya başladığımı söylemem gerek.
Son günlerde sıkılıyorum. Bir öğrencinin cansıkıntısı bu, farkındayım. Başka şeyler yapmak isteyip sorumluluk duygusuyla masa başına geçip ite kaka ödev yapmaya çalışan bir lise öğrencisi gibiyim.
Biraz evvel bir okurum beni tanımış ama bilgisayarıma gömülmüş çalışıyorum diye yanıma gelip beni rahatsız etmek istememiş. İşte bu durum raflarda kitaplarıma rastlamış olmaktan daha iyi geliyor bana. Birini takdir etmenin iç içe geçmek ve istediği gibi laubali olmak anlamına geldiğini düşünmeyen insanların varlığı.
Yazmanın yalnız kalmakla mümkün olduğunun canlı tanığıyım ben. Sanırım her öğleden sonra buraya gelip bir masaya yerleşmeye ve yazmaya başlamaya hazırım. Üstelik gidip gelirken toplam bir saat yürüyüş de yapmış olacağım. Keşke biraz daha çok kitap olsaydı burada. Ama sanırım mekânla ilgili olarak ancak bu kadar olabiliyor.
Çalışanların çoğu Türkçe konuşuyor ama ikinci dil İngilizce. Sanırım hepsi öğrenci. Keşke Yağmur da burada çalışsa. Eminim hoşuna giderdi.
11.12.2025, Berlin
Yağmur Radiohead’in konserine gidiyor bu akşam. Benim tezime çalışmam lazım, ama ben evde bir şişe Pinot Noir açtım ve yazdıklarımı düzeltmeye çalışıyorum. Bakalım TİK hocalarım tezin hangi bölümünde ne kadar şarap içtiğimi anlayabilecekler mi?
Kendime çok güzel bir ajanda aldım. Bu sene çok düzenli olmak ve asistanım Güner Hanımı hiçbir şekilde zor duruma düşürmemek istiyorum.
Eve yeni bir yatak ve yemek masası alıyoruz. Bunun yanında yeni bir kitaplık ve salon için bir avize ihtiyacımız var. Bunları seçmek bizim için o kadar zor ki. Birimiz bütün bunlardan yılmış 58 yaşında bir tembel, diğerimiz bunlarla hiçbir bağ içinde olmayan 20 yaşında bir sanatçı.
Yağmur Mahir Çayan’ın Seçme Yazılar’ını okuyor. Ben 90’lı yılların başında okuduğumda bile eskimişti bu yazılar. Ama hepimiz bu yollardan geçmek zorundayız sanırım. Ona Karl Marx’ı okumasını önerdim. Ama Yağmur, Türk Solunun tarihini merak ediyor. Ben sanki o yaşta Marx okumuşum gibi, saçma sapan bir öneride bulunmuş oldum. Ben o yaştayken kimse bana işin doğrusunu göstermemişti. Baba yol göstermeye kalktığında olmuyor ama. Yine de keşke benim babam bana bu konularda birkaç cümle söyleyebilen biri olsaydı.
Necati’yi uzun süredir aramadım. Gerçi o da beni aramadı. Onun aramaması bana çok normal geliyor da, ben aramazsam Seniha Hala kızıyor bana. Seniha Hala Necati ve Nilgün’ün 88 yaşındaki anneleri. Nilgün Bergen’de. Necati İstanbul’da. Ben Berlin’deyim. Beş gündür buradayım. Seans yapıyorum, biraz yürüyorum, tezle ilgili bir şeyler okuyorum ve erkenden uyuyorum. Hayata dahil olmaya çalışmanın nasıl nafile bir çaba olduğunu hissediyorum. İliklerimde. Dünya herkesten bağımsız var ve biz ona hâkim olabileceğimiz yanılgısıyla boğuşuyoruz.
Elon Musk’ın Mars’a gidecek ve bir daha geri dönmemeyi kabul edecek insanlar aradığı haberiyle birkaç defa karşılaştım. Bu haber kimseyi şaşırtmadı ya da düşündürmedi mi acaba? Böyle bir arayışın hangi amaçlarla yapılmış olabileceği üzerine kimse kafa yormuyor mu?
12.12.2025, Berlin
Bugün Cafe Fleury’de yaptım üç online seansımı. Arada kahve almaya giderken bir okurum durdurdu ve benimle tanışmak istedi. Dört senedir burada yaşayan bir bilgisayar mühendisi genç bir kadın. Çocukları daha iyi şartlarda okusunlar ve yaşasınlar diye eşiyle Berlin’e taşınmışlar. İstanbul’dan sınıf arkadaşı olan bir başka bilgisayar mühendisi genç kadınla kahvaltı ediyorlardı. Diğer genç kadın iki senedir buradaymış. Göçmen olmanın zorluklarından bahsettiler kısacık sohbetimizde. Benim de aklıma şöyle bir şey geldi. En fazla beş senedir burada yaşayan, yani henüz tam entegrasyon yaşamayan beyaz yakalı göçmenlerle bir grup terapisi planlamak. Eminim çok faydası olur katılan insanlarla. Üstelik bunu belli bir konsept ve plan dahilinde yaparsam süreklilik kazandırabilirim ve buradaki çalışma planım dahilinde de işe yarar bir proje geliştirmiş olurum. Kadın ve erkek karışık gruplar olmalı. En fazla sekiz katılımcısı olan, takriben on seans süren bir grup terapisi konsepti. Göçmen sorunlarına odaklanan, herhangi bir psikiyatrik rahatsızlığı odağına almayan grup çalışmaları.
Bunu kısaca çalışıp hayata geçirmeliyim.
Şimdi bugünün son iki seansı.
Seanslar bitti. Saat 17.00. Hava bir saat kadar önce karardı. Yeni bir bar keşfettim evimin sokağında. ‘Bar 100 Gramm’. Bar tezgahında oturup bir şeyler okumayı seviyorum. Fıçı birası Bayreuth şehrinden. Bayreuth, Wagner’in o dönemin en büyük opera binasının inşa edilmesine önayak olduğu şehir. Nietzsche’yle de araları bu opera binasının açılış etkinlikleri sırasında bozuluyor. Wagner şöhretin şehvetine kapılıyor ve Nietzsche’yi bir yük, bir fazlalık gibi görmeye ve bu doğrultuda davranmaya başlıyor. Wagner’i neredeyse bir baba gibi gören Nietzsche büyük hayal kırıklığına uğrayıp şenlikleri erkenden terk ediyor ve Kara Ormanlarda bir kulübeye çekiliyor. Psikosomatik şikayetlerinin doruğa çıktığı ve büyük acılar çektiği bir zaman dilimi oluyor Nietzsche için bu zaman dilimi. Ayrıca, Wagner’in Hristiyan dinine yakınlaştığı ve hayat görüşünü de değiştirdiği zamanlar bunlar. Bütün bunlar Nietzsche’yi, sanki ikinci kez babasını kaybetmiş gibi etkiliyor.
Günün süsü Nietzsche’den olsun: Güz bu! Daha canını yakacak senin.
PS: Bu şiir Nietzsche’nin 14 yaşındayken yazdığı bir şiirden. Çeviri bana ait.