İnsanın rutin bir hayatı olursa neden günlük tutsun ki? Üstelik bu günlüğü kim okusun? Elbette benim rutin hayatım birçok insana göre çok daha renkli ve hareketli. Bir kere her gün yedi seans yapıyorum. Yani yedi ayrı insan bana gelip hayatı ve ilişkileriyle ilgili bir sürü şey anlatıyor. Ama ben bunları sizinle paylaşamam. Meslek etiğine sığmayacağı gibi, bana güvenen insanlara ihanet etmiş olurum. Bu nedenle bu kapı okuyuculara açılması mümkün olmayacak şekilde kapalı. Ama bu hastalarımdan öğrendiğim hayat derslerini günlüğümde paylaşmayacağım anlamına gelmiyor.
Uzun süredir neredeyse sadece polisiye roman okuyorum. Eğer Kant ya da bilinçle ilgili okumalar yapmıyorsam. Bir yıl içinde bitirmeye gayret edeceğim tez konum Kant ve bilinç üzerine. Eğer okuduklarımı paylaşacaksam, ki buna niyetim var, daha çok hangi okumalarımın ilgi çekeceğini henüz bilmiyorum. Sanırım Kant bir süre sonra can sıkabilir ama polisiye edebiyatı dünyasından vereceğim haberler birçok okuru daha çok ilgilendirecektir. Bakalım jurnal bizi nerelere götürecek.
Eskiden takip ettiğim edebiyat dergileri vardı ve o dergilerde sevdiğim yazarların günlükleri yayınlanırdı. En sevdiklerimden birisi Tomris Uyar’ın ‘Gündökümleri’ydi. Onun kadar güzel yazabilme şansım olmadığını biliyorum. Ama deneyeceğim.
Çok eskiden Salah Birsel vardı.
Bugün Sevgililer Günü ya, yeni bir moda söylem fark ettim bu sayede. İnsanlar, sanırım daha çok erkekler kapitalizmin tuzağına düşmek istemediklerini ve böyle sahte günleri, sırf daha çok para harcansın diye yaratılan günleri kutlamadıklarını gururla söylemeye başlamışlar. Ve kendilerini de, bunu söylerken, ciddi bir farkındalık içinde hissediyorlar. “Aferin size!” deyip başlarına pat pat vurası geliyor insanın. Ne diyeyim bilemiyorum. Bu kadar da durmadan ona buna çatıp söylenen bir insan olmak istemiyorum ama yaşlandıkça daha az beğenen biri olduğumu yadsımam da mümkün değil.
Bu satırları oturduğum mahallemdeki çok sevdiğim bir kafede yazıyorum; Doorstep’te. Çantada bilgisayar taşımak zor olduğu için yanımda bir iPad taşıyorum ve klavyesi sayesinde bir bilgisayar gibi kullanabiliyorum. Yan masada oturan bir hanımefendinin de önünde benzer bir klavyeli iPad var. Birbirimize gülümseyerek baktık iPad’lerimizi farkedince ve bunun ne kadar pratik olduğunu konuştuk kısaca. Nedense sonra, hanımefendi mesleğimi sordu bana ve psikiyatr olduğumu öğrenince, sevinerek meslektaş olduğumuzu ima eder gibi nefes terapisti ve Peru’daki şamanlarla birlikte çalışarak psikoterapi yaptığını söyledi. Ne diyeceğimi bilemedim ve derin derin nefes alıp vererek sakinleşmeye çalıştım. Acaba ne yapmalı?
Yine yan masa dedikodusu. Erkekler çok düzmüş, kadınlar hormonları nedeniyle çok inişli çıkışlı bir yapıdalarmış. İnsanlar bu saçma söylemden ne zaman vazgeçecekler acaba? Üstelik nasıl oluyor da sanki müthiş bir keşif yapmışlar gibi yıllardır birbirlerine bu hikâyeyi anlatıp başlarını sallayarak birbirlerini onaylıyorlar? Bu kadar mı fakir bir hayal güçleri var kadınla erkeğin flört ederken?
Birkaç gün önce 10Haber’de okudum ilk versiyonunu haberin. Bugün de daha çok can yakan güncellenmiş halini. Bir kadın, öldükten tam on yıl sonra, üvey oğlunun kendisinden uzun süredir haber alamaması nedeniyle polisle iletişime geçmesinin ardından, evinde ölü olarak bulunmuş. Dehşet verici! Haberde de vurgulandığı gibi, yalnızlığın derinliği karşısında dehşete kapılıyor insan. Nasıl olur da, tek bir kişinin bile merak etmediği, nasıl olduğunu sorgulamadığı kadar insansızlaşabilir, insansızlaştırılabilir bir insan?
“Nasılsın?” diye birine sorduğunda, “Velev ki kötü olduğunu söylemesin de dertlerini dinlemek zorunda kalmayayım,” diye endişe eden insanların çoğunlukta olduğu bir insan kalabalığı içinde yaşıyoruz artık sanırım. Çoğunluğun, “Toplumsal felaketlere üzülüyorum,” diye yalan söylediği ve sosyal medya paylaşımları yaptığı ikinci sınıf bir melodrama dönüştü hayat.
Kazasız belasız sevgililer gününü atlattık çok şükür. Hasar tespiti yapmamı gerektiren bir hayatım da olmadığı için dostlara sormak lazım, nasıllar diye.
Kış güzel geldi. Kadınların üşüdükleri, erkeklerin de kadınları çok giyinik gördükleri için yazı özledikleri günlerdeyiz. Dışarıda canhıraş bir yağmur. ‘It never entered my mind’, Miles Davis’ten. Ben Chet Baker’ın versiyonunu da çok seviyorum. Küçük Bebek’te sakin bir kafe. Çok sevdiğim, uzun süredir görmediğim ve bir o kadar özlediğimi birini bekliyorum. Yağmur bereketli bugün, bana onu getirecek.
Kafede benden başka kimse yok şu an. Eskiden barların kapanmadan önceki son müşterisi olmayı severdim. Barmenin suratındaki zoraki gülümsemeyle benim gitmemi beklediği. Artık kafelerin ilk müşterisi oluyorum, baristaların uykulu tebessümleriyle karşılanıyorum.
Eylül 2025 tarihinde yayınlanmasına karar verdiğimiz ilk kurgu kitabım olacak olan, bir dizi polisiyenin ilk cildi için sanki tezime çalışırmış gibi okuyorum. Kitabın üçte biri bitmiş, çatısı, kurgusu ve son cümlesi yazılmış olmasına rağmen ince işi için ince eleyip sık dokuyorum. İsveç, İzlanda, Finlandiya, Danimarka ve İskoçya polisiyeleri okuyup çalışıyorum. Bir de Yunanistan’dan sevgili Petros Markaris.
Dün gece ilk defa okuduğum bir yazara başladım. Daha doğrusu bir yazar çifte. Finlandiyalı. A. M Olikainen. Her ikisi de bilinen, ödüllü yazar olan çift birlikte polisiye yazmaya başlamışlar. Türkçedeki ilk çevirileri. Kargo. April Yayınlarından. Daha başındayım ama temiz bir çeviri. Çevirmen Özge Acıoğlu Bauer. Fince gibi daha az bilinen dillerden olduğunda kitapları çoğunlukla İngilizceden çeviriyorlar. Kitabın künyesinden de çevirinin hangi dilden yapıldığını anlamak mümkün değil.
Yazarların Almancaya iki kitabı çevrilmiş, sanırım bu serinin de ikincisi yakında Türkçede çıkar.
Bugün Akbank Sanat’ta iki yıldır Cengiz Arca’yla birlikte yürüttüğümüz Kadim Kavramlar Söyleşilerine ‘Ayrılık’ konusuyla devam edeceğiz. Konuğumuz Deniz Yüce Başarır. Deniz yıllar önce beni ‘Ben Okurum’ programına Stefan Zweig’ın ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ kitabını konuşmamız için davet etmişti. O zamandan beri birbirimizi yalnızca uzaktan yaptıklarımızla izliyoruz. Değer verdiğim, ne yaptığını hep merakla izlediğim bir edebiyat insanı. Aynı şehirde yaşamamıza rağmen bir türlü bir araya gelip de iki lafın belini kırabilmiş değiliz ama. Üstelik eşi Başar Başarır’ı onun 11, benim 13 olduğumuz yaşlardan beri tanırım. Ağabeyi, Dr. Burak Başarır ortaokul ve lisede en iyi iki arkadaşımdan biriydi. Başar da aynı okula gitmeye başlayınca yıllar içinde dostluğumuz gelişti. Başar’ın ilk şiir ve öykü denemelerinin ilk tanıklarından biriyim. Onun o heyecanından çok iyi bir yazar çıkacağını biliyordum. Nitekim iki güzel roman ödülüyle sürdürdü edebiyat macerasını.
Önümüzdeki günlerde diğer bir yazar dostum Hikmet Hükümenoğlu’yla Başar’ın da olduğu bir masa donatacağız gibime geliyor.
Bugünün süsü İlhan Berk’ten: “Gözlerini sil ve sonra mendilini bana bırak…”