6 Nisan
Güzel bir pazar sabahı. Meteoroloji akşamın yağmurlu olacağını söylüyor. Ama gün boyu güneş var. Rüzgârlı da olsa güneşin kendini göstermesi insanları dışarı uğratıyor. Elbette dışarıda para harcayacak kadar kazananları. Arnavutköy gibi İstanbul’un pahalı bir semtinde, üçüncü nesil kahvecilerin birinde oturup iki yüz liraya yakın ücretlerle filtre kahve içerek etraftaki insanlara baktığınızda gördüğünüz ve sizi yanılgıya uğratan şey, insanların ne kadar bakımlı ve sağlıklı olduğu, herkesin, en azından ekonomik olarak keyfinin yerinde olduğudur.
Oysa Türkiye gerçeği, burada Arnavutköy’de bile, yürüyerek ulaşılacak bir mesafededir aslında. Bu semtin yukarılarına doğru yokuşu tırmanmaya başlarsanız, yenilenmiş, cumbalı eski İstanbul evlerinin yavaş yavaş seyreldiğini ve gecekonduların başladığına tanık olursunuz. Kışları bu gecekondularda çok ucuz kömür, bazan da lastik yakılır ve Arnavutköy’ün üstü kesif bir duman tabakasıyla kaplanır. Bu sanki halkın, “beni hatırla!” çığlığı gibidir. Yoksulluğu kapıdan kovarsınız ama o başkalarının bacasından çıkıp sizin göğünüzü kaplayıverir.
Görece eşit bir paylaşım bile bu toprakların derin mutsuzluğunu azaltmaya yetecekken, gelir düzeyleri arasındaki fark her gün daha da artıyor oysa.
8 Nisan
Bugün yaşanan hiçbir şey yok. Ne oldu bugün? Bilmiyorum. Belki de çok şey oldu ve hiçbir şey olmadı.
10 Nisan
Polisiye okuyorum ve polisiye izliyorum. Netflix’te bir İsveç polisiyesi var. Kuzey ülkelerinin o melankolik ve kendi içine kapalı atmosferini çok seviyorum. Belki de ben de içime kapandığım içindir.
11 Nisan
Evde oturmuş elma yiyorum. Ayrıca piyanoda jazz. Hilmi Yavuz’un şiirlerinin içine dalıp bugünün dünyasından zamansız bir hayata geçmeye çalışıyorum. Elbette izin vermiyor buna bilincim. Burada kal ve acı çek diyor sinsice, sanki ben onun düşmanıymışım gibi.
Bu sabah Robert Kolej öğrencileriyle bir söyleşimiz vardı. Sabahın köründe denebilecek bir saatte. 07.50’den 09.30’a kadar. İçinde bulunduğumuz zamanın tuzaklarından kurtulmanın mümkün olup olmadığını konuştuk. Daha doğrusu ben konuştum ve anlaşılmayı bekledim. Gençlerden biri zor ve yanıtlanması neredeyse imkânsız soruyu sordu: “Peki kendi doğamızın bize ne dediğini gerçekten anlamamız mümkün mü?” Mutsuz olacak o çocuk. Kendisini neyin beklediğini biliyor, en azından seziyor çünkü. Kendinden memnun ve mutsuz bir insan olacak.
Evdeki kediye, Cimcime’ye kızdım şimdi, ardından üzüldüm kızdığım için. Ben yazmaya çalışırken illaki kucağıma çıkmak istiyordu. Ben de tahammülsüz ve kızgın ittim onu kenara. Şaşkın şaşkın baktı bana, bilgece. “Ne yaptığını sanıyorsun?” der gibiydi. Yazmaya ara verip oynaştık biraz. Şimdi mırlayarak uyuyor. Tipik bir tekir Cimcime. Az kaldı onlardan artık.
Kargoyla yeni kitaplar geldi Amazon’dan. Son zamanlarda yine çoğaldı gelen kitap sayısı. Bu benim kendimden kaçış yolum. Şarap ve kitap. Kırmızı ve şiir. Telefonumun çalmasını, mesaj gelmesini dahi istemediğim zamanlar.
Kendini korumaya çalışırken yaralanmaya daha da açık hale gelmek…
Doksanların başında, fizyoloji ihtisasımı yaparken birlikte çalışma olanağı bulmaktan gurur duyduğum bir bilim insanı olan, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Prof. Dr. Reşit Canbeyli’nin yeni yayınlanmış bir kitabını aldım bugün, Akmerkez Remzi’den. Orası en sevdiğim kitapçıdır. Rafların arasında dolaşıp bir sürü kitabı yüklenir, kafesine otururum. Kahvemi ve suyumu içerken masaya yığdığım kitapları karıştırır, hangilerini alacağıma karar vermeye çalışırım heyecanla.
Bugün, dediğim gibi, Reşit Canbeyli’nin kitabına rastladım ve hiç düşünmeden aldım. ‘Depresyonun Duyumotor Yoluyla Düzenlenmesi’ kitabın başlığı. Canbeyli bu ülkedeki en saygı duyduğum bilim insanlarından biri. Kendisinden ne çok şey öğrendim.
Günün süsü Hilmi Yavuz’dan: “siz / bir gonca kadar kendiliğinden / yazılmış olmalısınız”