Sevgili günlük…

13 Nisan 2025

12 Nisan

Yazdığım polisiyeyle ilgili olarak; yeni yazarları okumaya bir süre ara verip, beni en çok etkileyen, iyi tanıdığım yazarların romanlarını tekrar okumalı ve neyi neden yazdıklarıyla, neyi öne çıkardıkları, neyi arka planda tuttuklarıyla ilgili bir araştırma yapmalıyım. Son sayfayı kapattığımda, elimdeki kitabın neyi hedefleyip ne yapmış olduğunu sorgulamalıyım. Neden yazmış bu kitabı yazar? Bu soru önemli. 

Yalnızca insanlara sürükleyici gelen ve binlercesi yazılmış ve büyük ihtimalle de benden çok daha iyi yazan sayısız yazar varken ben neden bir polisiye daha yazıyor olayım? Yazdığım, yazacağım polisiye serisinin diğer polisiyelerden farkı ve ayırıcı özelliği ne olacak? Kimlere kendimi yakın hissediyorum ve yine de onlardan farkım ne? Yakın olduğum yazarların kitapların bir taklidi olmaması için yazdıklarımın, onlardan ayrıştığım noktalar ne olacak? 

Türkiye polisiyesi kanonunda olacaksa yazdığım kitap ve ama temele Yunan tragedyalarını koymayı hedefliyorsam, bileşimi, bağlantıyı nasıl yapmalıyım ki, dikiş yerleri belli olmasın? Hatta bu topraklara ait bir eser ve eserler dizisi olabilmesi mümkün olsun istiyorsam. Olmalı. Yoksa nafile bir uğraş ve ciddi bir vakit kaybı olur benim için. 

Yine yağmurlu bir cumartesi. Bu yıl bahar gelmedi. Belki de gelmeye utanıyor o da. İlker ve diğer İlkerler içerideyken gün yüzü göstermek istemiyor bize. Kim bilir? 

İstanbul – Berlin arası kaç yıl? Tomris Uyar’ın ‘Aramızdaki Şey’ adlı öyküsü Almanya’da bir yerde geçiyordu. Demir Özlü’nün ‘Berlin’de Sanrı’ adlı bir eseri var. Onları tekrar okusam bugün. Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’sinin bütün ciltlerini masama taşıdım. Bilmem niye? 

Çalışma masası ve kaos.

Yarısı yenmiş bir elma, iPad’de zihin felsefesiyle ilgili bir metin, su bardağı, gözlük, üst üste binmiş, birbirinin orasından burasından sarkarak, bir gayret kendini göstermeye çalışan kitaplar. Erich Fried’in şiir kitabının kapağına şarap dökülmüş yıllar önce. İPad’in hemen arkasında yeni alınmış kalemtıraş, bir minibüs şoförü gibi kendinden emin, yayılmış yan yan koltuğuna. Masanın arkasından el sallayan yatak, “Ben de dağınığım,” diye seslenmeye çalışıyor. Aralık kapının ötesinde bir pikap sakin, sessiz, kapağı kapalı sırasını bekliyor. Müzik mutlaka var ve müziği fotoğraflamak benim yetilerim arasında yok. Oğlum Yağmur’a ve onun kankası Sarp’a sormalı bunu. Müziğin fotoğrafını çekmişlerse eğer, kullanım hakkını verirler belki bana.  

Başında oturduğum kaotik çalışma masasının içinde olduğu oda en çok yirmi metrekare. Ama bir cezaevindeki yirmi metrekareden çok farklı bir yirmi metrekare benim yirmi metrekarem. Bu yirmi metrekare bana ait, ben oraya aitim. Bir cezaevinin yirmi metrekaresi kime aittir? İçinde ne kadar süre kalacağı belli olmayan tutukluya mı, onu oraya mahkûm eden devlete mi? Devletin kime ait olduğuysa bir felsefe sorusu olmaktan çoktan çıkmış durumda. 

İnsan içinde bulunduğu herhangi bir yirmi metrekarenin duvarına sevdiği insanların fotoğraflarını asarsa, o yirmi metrekarenin duygusunu değiştirebilir mi? Değiştirmeli diye de sorulabilir elbette. 

58 yaşındayım. 80 askeri darbesi olduğunda ben on üç yaşındaydım. Oturduğum mahalle ülkücülerin hâkim olduğu bir yerdeydi. Babam Cumhuriyet Gazetesi okuyan bir sosyal demokrattı. Artık apartman görevlisi olarak adlandırılan kapıcılar filan yoktu o zamanlar, ekmek, gazete ve diğer alışverişleri yapacak. Hasanoğlu Apartmanında oturuyorduk. Babam, özellikle hafta sonları gazete almam için gazeteciye beni yollardı. 

İki kere mahalledeki ülkücü abilerden tokat yemiştim ve elimdeki Cumhuriyet Gazetesi yırtılıp yolun ortasına atılmıştı. Futbol oynarken adam eksikse ilk önce beni takıma alan, adını bildiğim abilerdi tokat atanlar. 

“Babana selam söyle, bir daha komünist gazetesi okumasın,” deyip başımı da okşamışlardı sonrasında. Severlerdi beni. Ben de başımı sallayıp utançla etrafıma bakınmıştım, biri gördü mü tokat yediğimi diye. Gören görmezden gelmişti muhtemelen. Korkuyu beklediğimiz günlerdi. Korkunun geldiği günlerdi. 

Darbe sabahı sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti ama biz çocuklar mahallede futbol oynamak için dışarı çıkmıştık. Babamla annem de pek ciddiye almamışlardı sanırım darbeyi. Nasıl olabilir böyle bir şey diye şaşkınlıkla soruyorum şimdi kendime. Askeri darbe olmuş, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, çocuk dışarıda okullar tatil diye futbol oynuyor. Askeri marşlar okunuyor, Evren Paşanın konuşması tekrar tekrar yayınlanıyordu radyoda oysa. Jandarmalar gelmişti maçın yarısında bir de onlardan tokat yemiş, evlere dönmüştük söylene söylene. 

O günlerde ben de okumaya başlamıştım artık Cumhuriyet Gazetesini, özellikle de belli köşe yazarlarını. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk ve Nadir Nadi’nin yazılarını satır satır okuyordum. Hatta kesip saklıyordum bazılarını. 

Bir de Oktay Akbal vardı okuduğum köşe yazarlarının arasında. Ben gizli gizli ve biraz da utanarak onun yazılarını daha çok seviyordum. Edebiyat kokuyordu onun denemeleri. Ne kokması, edebiyattı onun yazıları. İkinci sayfada, sol alttaydı Oktay Akbal’ın köşesi. Haftada beş gün yazıyordu. Şimdi düşünüyorum da, ne zor bir iş haftada beş gün o edebi tadı koruyarak yazabilmek. Müthiş bir disiplin istiyor. Oktay Akbal’ın öykü kitabının başlığı bugünlerin de habercisiydi sanki: ‘Önce Ekmekler Bozuldu’. 

İlhan Selçuk’un köşesi aynı sayfada sağ üstteydi. İlhan Selçuk da Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüştü zamanında, 12 Mart muhtırası sonrasında. O işkence günleriyle ilgili bir kitap da yazmıştı hatta. 

Uğur Mumcu’nun yazısıysa birinci sayfada altta başlar, sekizinci sayfada, sanırım, devam ederdi. Altı da olabilir. Ne kadar cesurdular onlar. Uğur Mumcu, cesaretinin bedelini arabasına konan bombayla ölerek ödedi maalesef. 

Melih Cevdet’in felsefi denemeleri, anı yazıları olurdu cuma ve salı günleri. ‘Öğle Rakıları’ diye bir şiir kitabı olan Mehmed Kemal’in şiir gibi yazıları olurdu haftada bir. 

Babamla neredeyse her gün kavga ederdik, önce kim okuyacak gazeteyi diye. Babam kazanırdı hep. Nasıl bir baba olduğunu buradan da anlayabilirsiniz. Gazete okumak isteyen oğlunun elinden gazeteyi çekip alan, eğer ondan önce açıp iç sayfalara bakmışsa, gazeteyi bozdu diye oğluna kızan bir baba. 

Keşke yine kaçırsam gazeteyi de o da bana kızsa şimdi. Ne o Cumhuriyet Gazetesi var artık, ne de babam..

Günün süsü Nazım Hikmet’ten: Bugün Pazar / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.