‘Aramızdaki Mesafe’: Dindar amcadan seküler yeğene uzayan mesafe…
Bay Samir dümdüz bir adam. İstanbul’un bir tuhaf sakini. Tuhaf da bir tutkusu var, eski bir tuhafiyecideki çirkin bir manken… Şehir ve hayatla kurduğumuz bağlara dair naif, özgün bir oyun: ‘Bay Samir’…
Alper Kurbaloğlu’nun kalemiyle pandemi döneminde, Kadıköy Boa Sahne’nin ‘Kısalar’ projesi vesilesiyle tanışmıştım. Dijital olarak seyirciyle buluşan -kayıt günü canlı izleme şansına sahip olmuştum- kısa oyunlardan ‘Neme Lazım’ın (Bu isim çok cazip geliyor kulağa…) yazarı olarak.
Gökhan Gürün’ün sırtlandığı karakter, zemine yerleşmiş çıkışsız bir labirentin içinde dolanırken, biz de onunla İstanbul sokaklarında, Harbiye civarında yürümüştük kısa bir süre. ‘Neme lazım’cı, sıradan bir adam, eski bir tuhafiyeci vitrininde senelerdir dikilen, pijama giymiş, biçimsiz, çirkin plastik mankenle yaşadığı tutkulu bağı aktarıyordu bize.
‘Neme Lazım’ bu sezonun ortasında dönüşerek ‘uzun metraj’ formda ve ‘Bay Samir’ adıyla çıktı karşımıza. ‘Neme lazımcı’, ‘Ne gerekçi’, ‘sıradan’ bir adam var bu kez karşımızda. Memur Bay Samir. Vergi denetmeni. Kendi halinde biri. “Ayakları sadece işe gitmeye yarayan”, şehirde koştururken denkleşebileceğiniz öylesine bir adam işte… Ama “Nemelazımcılık zor iştir, herkes yapamaz, tutkuları dizginlemek, arzuları frenlemek gerek…” diye tarifleyecek kadar da kendini bilen biri.
Bu kez sahnede labirent değil, Bay Samir’in canlandıran Kerim Urun’un oyun boyu üstünden inmediği bir koşu bandı var. ‘Neme Lazım’ın tek karakteri Gökhan Gürün ise bu kez Bay Samir’in İstanbul sokaklarındaki tıknefes arayışı esnasında, onun yoluna, şehrin keşmekeşinden insan portreleri gibi çıkıyor karşısına. Aynı zamanda Bay Samir’in ‘kavuştuğu’ kılıksız vitrin mankeninin canlı sesi olarak oyunun içinde Gürün.
Koşu bandının üstünde, sırtladığı eciş bücüş yarım vitrin mankenine kavuşmuş, evine varmaya çalışırken tanışıyoruz Bay Samir’le. Kırk yıldır çakılı olduğu eski usul tuhafiye dükkânı Matmazel’in vitrininden 30 yıllık tanışı, sırdaşı, sevdiği… artık ne derseniz o işte, vitrin mankeni ‘Sabit Efendi’ye yarım halde de olsa kavuşmuş, evine götürüyor. Bay Samir’in yorgunluktan bitap düşmüş haline inat, Sabit Efendi’nin bilmiş tavırlarıyla durmayan çenesi eşliğinde ulaşıyorlar mahalleye, Bay Samir’in evine. Sonra bu zorlu yolun kasetini başa sarıyor oyun ve biz zamanda geriye giderek Bay Samir ile Sabit Efendi’nin o güne yayılan kavuşma öyküsünü izliyoruz.
‘Bay Samir’, küçük insanın dev şehirle arasındaki bağın öyküsü bana sorarsanız. İstanbul veya benzeri bir metropolde uzun seneler geçirdikten sonra, şehrin içinde kendinize ait küçük sırlar, köşeler, gizler, hikâyeler yaratıyorsunuz farkına varmadan. Herkes için geçerli değil bu tabii, büyük şehri büyük büyük yaşamaktan zevk alanlar için hele hiç değil. Bay Samir evet, küçük, sıradan, “Aman ağzımızın tadı kaçmasın” diye yaşayan ‘neme lazım’cı bir adam ama şehirde küçük bir sırrı var. Bir hikâyesi var.
Kalabalığın, gürültünün içinde ona özel, kimsenin tahmin bile edemeyeceği, anlatsa kimseleri inandıramayacağı bir kuytusu var şehirde. Harbiye’deki Matmazel Tuhafiye kulağa ilk seferde manasız gelebilir ama İstanbul’da bir sokak kuytusuyla, yaşlı bir ağaçla, ne bileyim, vapurun özellikle bir köşesiyle arasında bir bağ kurmuşların anlayacağı türde bir yakınlık bu. Sonra o köşenin, o eski dükkânın, o vapurun, o ağacın çat diye yok edildiğini, ‘yenilendiğini’ düşünün işte. Size sorulmadan! Size ait bir şeyin elinizden gaddarca alındığını hisseder, kendinizi kimsesiz gibi görürsünüz bir anda. Bay Samir’in çirkin mankenle ilişkisi de şehrin hunharca değişimiyle ilişkisi gibi işte. Ki yazar, metinde de bu duyguyu pek çok yerde açık açık vermiş.
Ama öyle melankolik bir ton da yok oyunda. Bay Samir dönüşüme yenilerek taşınmak zorunda kalan dükkânı aramak üzere çıktığı yolda, şehrin sokak hayatından bir dizi insan kesiyor yolunu. Polis memurundan çiçekçiye, büfeciden sarhoşa, kahveci çocuğa bir dizi yan sokak karakteriyle türlü şekillerde baş etmek zorunda kalıyor.
Kerim Urun koşu bandında oyun boyu sürdürdüğü yüksek enerjili performansıyla zaten tempoyu her an yukarıda tutuyor. Ama Gökhan Gürün’ün, Bay Samir’in karşılaştığı farklı sokak insanları olarak anlık belirlemeleri ve o aralarda sunduğu oyunculuk da oyunun vitesini artırıyor. Gürün’ün içinden tek tek çıkardığı tipler, Bay Samir’in şehirle ve kendisiyle olan bağındaki tonu kavramamızı sağlarken bir yandan da oyunun kıvamını dinamikleştiriyor.
Her iki oyuncu da etkili işler çıkarıyor, birbirleriyle paslaşmaları da hayli akıcı. Sahnede ilk kez izlediğim Kerim Urun -çoğunlukla hareket halindeki bir koşu bandının üstünde zorlu bir iş çıkarması bir yana- yüz ifadeleri ve ses kullanımıyla da ismini bir kenara yazdıracak bir performans çıkarıyor. Gökhan Gürün de rolden role girerken rahat, sakin ve eğlenceli bir sahne dili tutturuyor.
‘Bay Samir’ naif ama derdini rahatça ifade eden, metniyle sade sahne tasarımı ve reji fikriyle kendini tatlı tatlı izleten bir oyun. Sahne tasarımında Hilal Polat’ın, hareket tasarımında Salih Usta’nın, ışıkta Utku Kara’nın imzası var. Oğuz Kont’un elinden çıkan ses tasarımı ve müzikler, finalde Mercan Dede ile tamamlanıyor.
‘Bay Samir’ bu şehrin ve hayatın kurduğu tuzaklara, inişlere çıkışlara, hayallere ve bağlara doğru kalbini ve zihnini uzatan herkese bir şeyler söylüyor.
Bay Samir Kozmopolitan Tiyatro
Yazan: Alper Kurbaloğlu
Yöneten: Kolektif.
Oyuncular: Kerim Urun, Gökhan Gürün.
Süre: 60 dakika.
Bilet fiyatları: 200 ve 250 TL.
Ne zaman, nerede: 1 Mart Cuma 20.30’da, Bahçe Galata’da.