14-04-2024
İsmet Berkan

Endişelenmene gerek yok Serdar’cım, dünya nereye değişirse değişsin sen ayakta kalırsın

Endişelenmene gerek yok Serdar’cım, dünya nereye değişirse değişsin sen ayakta kalırsın

Bu dünyada insanların en çok tükettiği şey ne, biliyor musunuz?

Ne ekmek ne petrol ne de başka bir şey. Biz insanların en fazla tükettiğimiz şey hikaye.

Evet, yanlış okumadınız, hikaye.

Bu yazıyı okurken de bir hikaye tüketiyorsunuz. Biz birbirine hikayeler anlatan, varoluşunu anlattığı ve dinlediği hikayelere borçlu bir canlı türüyüz.

Dünya ve insanlık hangi değişimleri geçiriyor olursa olsun, vazgeçmediğimiz en büyük yaşama alışkanlığımız bu: Birbirimize hikayeler anlatmak, başkalarının anlattığı hikayeleri dinlemek…

Bütün insan bilgisinin de, kültürünün de bu hikayelerden oluştuğunu söylemem lazım.

Sağolsun, Serdar Turgut’un bana minik bir laf atmasını bahane ederek ve onun sayesinde bu köşede dört gündür geleceğin dünyasını, Bilgi Çağı Devrimi’ni anlatıyorum.

Bu yazıların ikisinde Serdar Turgut’un teknoloji endişesinden söz ettim; birinde Serdar’ın teknolojiye tepkiyle 19. yüzyılda yaşamak isteyen bir nostaljik olduğunu söyledim; diğerinde geleceğin dünyasında Serdar Turgut gibi mutsuzların artacağını anlattım. Bugün bu son yazıda Serdar Turgut’un yüreğine su serpmek istiyorum.

Biliyorsunuz, Serdar’ı bana laf attığı o yazıyı yazmaya iten şey yapay zeka konuşma robotlarıydı.

Bu robotların en ünlüsü ChatGPT adını taşıyor ama onunla benzer özelliklere sahip böyle en az altı konuşma robotu daha var.

Bu robotları var eden yapay zeka modeli ‘makine öğrenmesi’ denen bir yöntemle çalışıyor ve arka planında da ‘Geniş dil modeli’ adı verilen muazzam bir veri seti var.

‘Geniş dil modeli’ kibarca söyleme yöntemi aslında. Burada sözü edilen şey ‘makine öğrenmesi’ yöntemiyle ‘eğitilen’ yapay zekanın eğitim materyali. Peki nedir o materyal? İnternette yazıp çizdiğimiz saçma sapan şeyler; yine internet üstünden ulaşılabilen gazete/dergi vs editoryal yönetime sahip işletmelerin kontrol ederek aktardığı ‘güvenilir’ bilgiler; WikiPedia adlı online ansiklopedi ve kitaplar.

Bu milyarlarca materyal yapay zekayı bugün görebildiğiniz kadar eğitti. Ama hala yapay zeka 8-10 yaşındaki bir çocuk seviyesinde.

Yani eğitime devam etmesi lazım, ama kullünacağı başka eğitim materyali kalmadı.

Son çare, daldılar YouTube’daki milyarlarca saatlik videoya, bunların metinleri üstünden de ‘eğittiler’ yapay zekayı. Ama YouTube’daki bu materyalin güvenirliği en fazla bizim sosyal medyada veya blogosferdeki saçmalamalarımız kadar olabilir. Yani iyi bir eğitim materyali değil bu.

Yapay zeka şirketleri bu eğitim meselesine çözüm olarak iki yöntemi birden uygulamaya karar verdi: 

Birincisi, ‘sentetik metin’ adını verdikleri, mevcut metinlerden yapay zeka tarafından üretilmiş yeni ve yapay metinler yaratmak. Çok kaliteli bir eğitim materyali sayılmaz, makinaya zaten bildiğini tekrar ettiriyor, cümleleri değiştirerek ona yeni süsü veriyor.

Geçen gün yazımda örnek verdim, Amazon’un e-book okuma aracı Kindle’da bol bol reklamı var, yapay zekaya yazdırılmış çocuk kitapları. Bugüne kadar deneysel amaçlı romanlar, film senaryoları da yazdırıldı yapay zekaya. Geçen yıl greve çıkan Amerikalı senaristlerin bir talebi de yapay zekaya senaryo yazdırtılmamasıydı, hatırlayın.

İkinci yöntem, yazarlar kiralamak ve onlara yeni şeyler yazdırmak. Bu henüz düşünce aşamasında ve Google bu amaçla eleman ilanları vermeye başladı bile. Düşünün birileri oturacak bir şeyler yazacak, tek okuyucusu da yapay zeka algoritmaları olacak… Fikre bak…

Deli gibi okuyup içinde öğrenecek hikaye arayan sadece yapay zeka değil üstelik. Biz insanlar da ayrı bir çılgınlığın içindeyiz.

Netflix adlı dijital platform hayatımıza girdiğinden beri ‘binge watching’ diye bir kavram var. Yani bir dizinin bölümlerini ardı ardına seyretmek.

Biz izlemeyi sevdiğimiz dizinin yeni bölümünün ertesi hafta  gösterilmesini beklemeye alışkın nesiller, yıllar önce Netflix House of Card adlı dizinin bir sezonunun bütün bölümlerini bir kerede yayına koyduğunda ‘binge watching’le tanıştık ve çok da sevdik. Şimdi ben mesela Disney+ Shogun dizisini bölüm bölüm yayına alıyor diye sinirliyim, beklemeye tahammülüm yok.

Oysa herhangi bir dizinin tek bir bölümünü yapmanın ne kadar zahmetli olduğunu biliyorum. Yüzlerce insan binlerce saat çalışıyor bir bölüm için ve ben onu 40 dakikada seyredip hemen bir sonraki episoda geçmek istiyorum.

Eskiden, diyelim 10 yıl önce bu kadar çok tüketmezdik; şimdi hikaye tüketmeye doyamıyoruz; üstelik her biri bin bir güçlükle yapılan o dizilerin bazılarına da burun kıvırıyoruz. 

Son örneklerden biri Serdar Turgut’un yazısına da vesile olan Üç Cisim Problemi dizisi. Bu diziyi romandan uyarlamak yıllar sürdü ama ben ilk sezonunu sadece iki günde seyredip bitirdim. Kim bilir kaç kişinin kaç bin saatlik emeğini iki günde tüketiverdim.

Lafı çok uzattım biliyorum ama kısacası şu: Bugünkü yapay zeka robotları taş çatlasa son 20 yılın (gerçekte ise son 6-7 yılın) ürünleri. Ve insanlığın yazmayı öğrendiğinden beri ürettiği bütün materyali onları eğitmek amacıyla bu kısa sürede tükettik bile.

Öte yandan insanın hikaye tüketme hızında da büyük patlama oldu, mesela 50 yıl önceye göre her yıl tükettiğimiz hikaye sayısı beşe ona katlanmış durumda.

Bu durum, bilmiyorum bütün insanlık için bir trajedi mi yoksa kayıtsız kalınacak bir şey midir ama bildiğim bir şey var: Ben de, Serdar Turgut da bütün dünyada toplasanız sayısı 20-30 milyon kişiyi bulacak ‘içerik üretici’lerindeniz. Dolayısıyla bizim için avantajlı bir durum var: Dünya hikaye tüketmek istiyor, bizden bir şeyler yazmamızı bekliyor. Biz de aralıksız yazıp duruyoruz.

O yüzden şu son dört günde belki Serdar Turgut’u üzdüm ama yazı serisini bir iyi haberle bitireyim: Endişelenmene gerek yok Serdar’cım, dünya ne yöne değişirse değişsin senin sırtın yere gelmez.

İran’ın İsrail’e fırlattığı füze ve dronları havada kimler gördü?

İran’ın İsrail’e fırlattığı füze ve dronları havada kimler gördü?

Haritaya bakın; İran’ın en Batı noktası ile İsrail’in kontrol altında tuttuğu toprakların en Doğu noktası arasında binlerce kilometre var.

Bu kadar uzaktan etkili bir askeri hava saldırısı yapılabilir mi? İran dün gece bunu denedi, 300’den fazla kamikaze dronu ve balistik füzeyi İsrail’e doğru ateşledi. Bunların tamamına yakını havada imha edildi. Bir bölümünü Amerikalı ve İngiliz savaş araçları imha etti, kalanını ise İsrail’in ‘Çelik Kubbe’ savunma sistemi.

Yere düşen birkaç dron ve füze bu sabah saatlerinde yapılan açıklamaya göre 12 kişiyi yaralamıştı. Yaralılar içinde en ağır durumda olanı yedi yaşında bir kız çocuğuydu.

İran’ın 1980’lerin başındaki İran-Irak savaşından beri füze kapasitesine sahip olduğu bütün bölgede bilinen bir şey. Türkiye dahil pek çok ülke bu füze kapasitesine karşı savunma arayışında. Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı için başının ABD ile belaya girdiği S-400 sisteminin ana amacı da aslında İran kaynaklı tehdide karşı kalkan oluşturmak.

İran’ın füze tehdidi yüzünden Amerika öncülüğünde NATO da bir füze kalkanı kurdu. Bu kalkanın en önemli erken uyarı radar üslerinden biri Malatya’da Kürecik’te. Fakat tabii bu radar İran’dan fırlatılan füzeleri görüp onların olası hedefini saptıyor ama İran ile Türkiye arasındaki mesafe çok kısa olduğu için Türkiye açısından etkili bir savunma yaratamıyor.

Bu eksikliği gidermek için Türkiye ABD ile pazarlık yaparken bir Amerikan füze savunma gemisinin daimi olarak Türkiye’yi korumasında ısrarcı oldu. O Amerikan gemisi sürekli olarak İskenderun Körfezinde konuşlu bekliyor, işi Türkiye’yi korumak.

Bu gemiyle ilgili anlaşma yapılırken bizim iç kamuoyumuz ‘O gemi aslında İsrail’i koruyacak’ diye bir kanaate sahip oldu. Hatta o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan da, ‘O gemi NATO görevinde, NATO’nun işi İsrail’i korumak değil’ mealinde açıklamalar yaptı.

Hatırlayın, bu yılın başında, tam olarak 16 Ocakta İran DAEŞ tarafından kendi topraklarında yapılan kanlı bir saldırının intikamı için Irak’ın Erbil kentine ve Suriye’nin kuzeyindeki bazı hedeflere füze saldırısı yapmıştı.

Benim merakım şu: İran’ın Suriye’deki DAEŞ hedeflerine yolladığı o füzeyi acaba İskenderun Körfezinde konuşlu ve işi Türkiye’yi korumak olan Amerikan savaş gemisinin radarları görmüş müydü? Gördüyse müdahale etmeyi düşünmüş müydü? Aynı şekilde, acaba Türkiye’nin kendi radarları ve kendi savunma sistemi aynı füzeyi havadayken görmüş müydü ve Türkiye sınırına bir hayli yakın bir yere düşen bu füze için bir önleyici yöntem düşünülmüş müydü?

Dün gece İran’ın saldırısı sadece İran’dan yapılmadı. Lübnan’da Hizbullah, Suriye’deki kapasite, Irak ve Yemen’den de İsrail’e füze ve dronlar gönderildi. Bunların hepsi ‘burnumuzun dibinde’ denebilecek bir coğrafyada oldu.

Aynı soruları yeniden soralım: İskenderun Körfezi’ndeki Amerika’nın Aegis sınıfı savaş gemisi İsrail’in savunmasında rol aldı mı? Türkiye’nin savunma radarları İran’ın füzelerini gördü mü, gördüyse ne seviyede bir alarm verildi?

Bunlar cevabını alamayacağımız önemli sorular. Dün itibariyle İran kendisi açısından çok da iyi sonuçlanması pek mümkün gözükmeyen bir yeni kapı açtı. Bu kapının ardında bölgemiz için uzun yıllar boyu devam edecek çatışma ve istikrarsızlık var korkarım.

Türkiye’nin askeri kapasitesini ve en önemlisi füze dahil hava savunma sistemlerini yeniden konuşmanın zamanı geliyor sanırım.