Çocukluğumun bir yaz tatilindeyiz. Mahalledeki çocuklarla birlikte bir heves Kuran kursuna başlıyorum. Birkaç gün gittikten sonra bunun hiç bana göre olmadığını anlıyorum.
Evdekilere doğru dürüst söylesem zaten zorlayacakları yok belki ama çocuk aklımla başladığımı bitirmek zorundaymışım gibi bir hisse kapılıyorum.
Sonra aklıma ‘parlak’ bir fikir geliyor. Evden Kuran kursuna gitmek için çıkacağım ama gidip bir iki saat okul bahçesinde top oynayıp geleceğim. Çünkü eğer Kuran kursu bahanesi olmasa güneşin tepede olduğu o saatte haklı olarak annem hayatta sokağa bırakmaz. Oysa fena halde sokakta olasım var. Gördüğüm kadarıyla kursta yoklama da yok zaten, kim bilecek? Kuran kursu görünümlü bu sokak vizesi böyle bir ay kadar sürüyor.
Bir gün sokakta Kuran kursundaki hoca ile karşılaşıyorum. Annene babana söyle, şu gün şu saatte ziyaretinize geleceğim minvalli bir şeyler deyiveriyor. Söylediği tarihe dört beş gün var. Belli ki yalanım ortaya çıkacak. Günler geçmek bilmiyor. Sonum geldi diyorum, türlü felaket senaryoları kuruyorum. En hafifinden “yaz sonuna kadar sokağa çıkarmazlar” gibi, aslında bizimkilerin tabiatına hiç uygun olmayan zorbalıkta hayali senaryolar bunlar. Çocuk kafası.
Nihayetinde hoca ziyarete geliyor. Yaz günü soğuk soğuk terliyorum. Hiç ummadığım bir şey oluyor. Hoca beni övmeye başlıyor.
“Bu çocuk çok güzel Kuran okuyor, su gibi, sel gibi okuyor görürsünüz ileride hafız olacak” gibi şeyler söylüyor. Şoka giriyorum. Çünkü güzel okumak bir tarafa, okumuyorum bile.
Bir din adamı, karşımda neler diyor, konduramıyorum o yaşta. İçimden “herhalde bana bir ders vermeye çalışıyor” diye düşünüyorum. İlkokul çocuğu da olsam o kadar aklım var.
Fakat hiç aklıma gelmeyecek bir şey oluyor. Hoca ağzından baklayı çıkarıyor: “Kayıt dönemi başlıyor, bu kadar iyi Kuran okuyan çocuğu İmam Hatip’in orta kısmına yazdırın, hafız olsun” diyor. Babam “bakarız, kısmet” gibi yuvarlak cümlelerle hocayı yolcu ediyor. Bizimkilerin geleceğimle ilgili asla öyle bir düşüncesi yok. Gülüp geçiyorlar bu öneriye. Ben de yalanım ortaya çıkmadı diye rahatlayıp Commodore 64’ün başına geri dönüyorum.
Hoca’nın gizli ajandasıyla benim gizli ajandam bir anda öylece birleşiveriyor işte. Suç ortağı oluyoruz. Ben çocuk aklımla kendi yalanım ortaya çıkmasın diye onun yalanını saklıyorum. Onun benim yalanımdan haberi bile yok. Kim bilir kaç ev daha gezip aynı şeyleri söyleyecek. Ben de böylece toplumla çıkara dayalı ilk sessiz sözleşmemi yapmış oluyorum. Çocuk dürüstlüğümün son günü belki de.
Büyüyünce anne-babama güle oynaya anlatıp bu yalanın yükünden kurtuluyorum ama hangimizin hayatında yok ki böyle şeyler?
Zübük haberinin hatırlattığı
Ilgaz Gökırmaklı’nın dün 10Haber’de çıkan “Meğer hiçbir kanal ‘Zübük’ü yayınlamak istemiyormuş” başlıklı, detaylı yazılmış haberini okurken aklıma düşüyor bu anım. Neden derseniz, hem Zübük filminin uyarlandığı Aziz Nesin kitabının, hem de filminin sonunu hatırlıyorum da ondan.
Nasıl yazmıştı Aziz Nesin hatırlayalım: “Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa; bizler de birer zübük olmasak, aramızda böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler her yerde var, biz zübükler nerede varsak, onlar da orada…”
Bunu okuyunca, “hadi oradan ya, ben zübük değilim, abartma” diyenler çoğunlukta olacaktır. Bana kalırsa zübüklükle mücadele de burada tıkanıyor. Bir parça zübük olduğumuzu kabul etmeden zübüklükle mücadele olmaz çünkü. Ben demiyorum, Aziz Nesin öyle demiş.
İktidarla sınanmamış muhalefet
Çoğunlukla kendimizi hemen pirüpak temizler katına çıkarıp ötekine mal ediyoruz her şeyi.
Bu siyasetçiler sanki bu toplumdan çıkmamış, bazen komşumuz, bazen akrabamız, kimi zaman kardeşimiz veya arkadaşımızmış değilmiş gibi bir mesafe koyuyoruz işlere.
Bunun bir nedeni hâkim siyasi iktidarın uzun süredir el değiştirmemiş olması aslında. İktidarla sınanmamış bir muhalefet muhalefet yapmayı da tam anlayamıyor bu yüzden.
70’lerde, 80’lerde öyle filmler çekilip öyle kitaplar yazılması, gösterilebilmesi, iktidarların el değiştirme potansiyeliyle ilgiliydi. Türkiye’de 22 yıldır aynı iktidar var. Yereldeki örnekleri saymazsak neredeyse bir kuşak başka iktidar görmedi.
Zaten Türkiye tarihi boyunca da ezici çoğunlukla sağ iktidarlar oldu. Bu da bir yanılsama yaratıyor.
İktidarı muhalefeti dahil, herhangi bir partiye pür idealist kaygılarla girip siyaset yapmaya çalışalım, bakalım neler olacak? Bakalım idealist kaygılar, her biri küçük birer ajandayla siyasete giren ve birbirleriyle çok kolay iş birliği yapan çıkar sahipleri karşısında ne kadar dayanacak?
İlla kötü niyetli ve büyük çıkarlardan söz etmiyorum. Kiminin çıkarı tek evladına iş bulmak olur, kiminin çıkarı iki göz evinin imar sorununu çözmek… Sonra yavaş yavaş büyür ve ortaklaşır çıkarlar, büyür sessiz sözleşmeler. “Ben memleketin makus talihini değiştireceğim” gibi tuhaf bir iddiayla o topluluğa giren kişi sırıtır. Çok mücadele etmesi gerekir, çok bedel ödemesi.
Bir siyasi partide yaşanacak en zübükçe olmayan olay
Daha önce Twitter’da yazdığım bir olay var. Üniversite öğrencisiyiz. Bir ödev için siyasi partileri gezip program kitapçığı, broşür vesaire topluyoruz. Her partide bir hürmet, çay ikramı, bir torba program kitapçığı, broşür, promosyonlar vesaire.
Mecidiyeköy’deki Liberal Demokrat Parti İstanbul İl Başkanlığı’na da gidiyoruz. Besim Tibuk’un genel başkan olduğu dönem. Orada parti programını parayla satıyorlar. Şok oluyoruz tabii. Bu anlaşılıyor da sanırım. “Bedava versek kıymetini bilmez, bir kenara atarsınız” diye açıklama getiriyorlar.
Ben hiçbir zaman LDP’li ya da liberal olmadım ama bence bir siyasi partide yaşayabileceğim en zübükçe olmayan olay buydu. Yol parasını hesap eden iki üniversite öğrencisine parayla parti programı satmak çok zalimceydi, ama en azından önerdikleri sistemle çok tutarlıydılar.
“Son seçimlerde 130 bin oy aldınız, hiç moraliniz bozulmadı mı?” diye soran genç Cüneyt Özdemir’e genel başkanları Besim Tibuk’un verdiği cevap da bunu destekliyordu haliyle: Benim ne moralim bozulacak, halkımızın morali bozulsun.
Evet, Zübük filmi uzun zamandır yayınlanmıyor. Bunu aklından geçirmek istemeyen televizyon kanalı yöneticileri de, Youtube’a yüklemeye sıra gelmedi diyen Erler film yetkilileri de zübüğü başka birileri gibi düşünüyor olabilir. İzleyici de zübükler afişe olmadı diye üzülüp kendini manzaranın dışında tutuyor olabilir. Kitaptan ve filmden çıkacak hisse bu kadar olmayabilir halbuki.
20 Kasım 2024 - Sanki başka bir çağdan gelen umut reçetesi: Federer’in Nadal’a veda mektubu
13 Kasım 2024 - Biraz da “Gayrisafi Milli Mutluluk”tan söz etsek mi?
10 Kasım 2024 - Hani Kamala Harris etkileşim şampiyonuydu, ne oldu bizim Vahşi 25’liklere?
6 Kasım 2024 - Muhalif siyasetçiler Jose Mourinho’nun maç çıkışı açıklamalarından ne öğrenebilir?