Semih Kılıçsoy parlıyor, Fernando Santos üç puanla ‘Merhaba’ diyor
Şenol Güneş, ikinci yarıda yaptığı değişiklikle sahneye ‘Englishman in Kadıköy’ adlı bir oyun koydu. Nathan Redmond ortaydı, ince pastı, goldü derken bir eksikle oynayan takımını ‘10 kişi kalmış canavar’a dönüştürdü.
Kazanmanın tek ve mutlak değer olduğu, diğer sonuçların oyunun doğasındaki yerlerine rağmen yok sayıldığı bir futbol ikliminde dün sahnenin iki ana aktörü kozlarını paylaştı. Kadıköy’deki randevu öncesi vaziyet şöyleydi: ‘Üç Büyükler’ namıyla bilinen üçgenin köşelerinden Galatasaray’ın önde götürdüğü bu sezonki yarışta diğer iki köşeden Fenerbahçe takibi sürdürmek, Beşiktaş ise hem yarıştan kopmamak hem de maratonda kendisine özel bir moral aşılamak derdindeydi. İki takım da görüntü olarak istim üzerindeydi ve o klişe deyişle “Puan kaybına tahammülleri yoktu.”
Mücadele ev sahibinin topa ve dahi oyuna daha fazla hâkim olduğu bir manzarada açıldı. Bir ara konuk ekip ritim tutturup sakin ve etkin bir hava estirse ve özellikle solda Masuaku’nun güçlü ciğerlerinin ortaya koyduğu küçük bir resital verse de Sarı-Lacivertliler baskınlık vasfını tekrar ele geçirdi. Bu bölümde takımın ‘yetenek abidesi’ olarak zihinlere yerleşen ismi Arda Güler kendine özgü kalitesinden zaman zaman örnekler ortaya koyuyor ama yakaladığı pozisyonları yumuşak vuruşlarıyla heba ediyordu. Benzer şekilde ligin gol krallığı yarışındaki zirve ismi Enner Valencia’nın girdiği mutlak pozisyonu da son maçların güvenli eldiveni Mert Günok etkisiz hale getiriyordu.
Derken ligin doğasının aradığı pozisyon geldi. Sağdan kale hattına paralel ilerleyen ve rakiplerinin küçük savunma hamlelerini birer birer ekarte ederek yoluna devam eden Arda Güler, Onur Bulut’un hamlesiyle kendisini yerde buldu ya da kendisini yerde bulacak şekilde attı!
Ardından Halil Umut Meler’in beyaz noktayı gösteren kararı yeni bir tartışma halesinin kapısını araladı. O hepimizin çok sevdiği, içindeki futbol coşkusuyla dolu çocuk gerçekten ayağına bir darbe almış mıydı yoksa futbol iklimimizin aradığı özelliklere göre davranıp hakemi aldatmış ve ‘Kazanmak için her şey mubah’ mı demişti? Allahtan maçın skorunda bu hareket ve kazanılan penaltı ‘kader planı’ olarak öne çıkmadı; çünkü zirve ortaklarına bütün sezon boyunca tartışacakları, her üç kulübün yöneticilerinin sık sık basın toplantısı düzenleyecekleri bir malzeme sundu hakem Meler’in söz konusu kararı.
Oyunun ‘İlk 45’lik bölümü Enner Valencia’nın bulduğu (ki az kalsın Mert Günok bu atışı kurtarıyordu) penaltı golüyle sona ererken ikinci yarıda Kadıköy’de kartların yeniden dağıtıldığı bir seans izledik. 55’te Gedson’un o yere göğe konulamayan klasına uymayan top kaptırmasının ardından Wellington’ın sebep olduğu penaltıyı ve bu oyuncunun ikinci sarıdan oyun dışı kalmasını izledik. Sonrasında Valencia atışı bu kez yan direğin yanından dışarı yolladı.
Peşi sıra Gedson Fernandes (ki bence dünkü maçta Batı’nın gelişkin futbol coğrafyasında neden tutunamadığı ve buralara kadar sürüklendiğini gösteren bir performans ortaya koydu genç Portekizli) yerini ‘her teknik direktörün jokeri’ Necip’e bıraktı ve çok geçmeden sahneye ‘Englisman In Kadıköy’ adlı bir oyun konuldu. Nathan Redmond ortaydı, ince pastı, goldü derken bir eksikle oynayan takımını ‘10 kişi kalmış canavar’a (maç sonrası yolladığı mesajla bu başlığı önerdi yönetmen dostum sevgili Onur Ünlü; en azından cümle içinde kullanarak bu güzel katkıyı heba etmeyeyim dedim!) dönüştürdü. Cenk Tosun’un klas kafası, sonrasında ‘karşı karşıya’da bulduğu gol, Redmond’ın “Bir tane de ben atayım” diyerek uzaktan Altay’ın koruduğu ağları sarsmasıyla Sarı-Lacivertli takımın ve taraftarlarını tadı tuzu bir anda gitti.
Aboubakar’ın attığı dördüncü gol, İrfan Can’ın adeta teselli ikramiyesi tadındaki sayısı derken Fenerbahçe için belki matematiksel açıdan değil ama ruhen bu sezona son noktanın koyulduğu bir mücadele sona ermiş oldu.
Bizde, okumak, kendini geliştirmek yerine sloganlara sığınmayı daha makbul gören spor basını temsilcilerinin çok sevdiği bir klişe vardır; “Ligimizi tanıyan, futbolumuzu bilen teknik direktör”… Dünkü maça çoğu kez yabancı çalıştırıcılara karşı temel bir ‘düşmanlık’ argümanına dönüşen bu tabir ışığında bakarsak 70 yaşındaki Şenol Güneş, futbolculuğu ve teknik direktörlüğü baz alındığında sanırım ligimizi en iyi bilen, tanıyan isim. Dengenin diğer yanında yer alan Jorge Jesus ise Portekiz ve Brezilya liglerindeki deneyimleri itibariyle Latin futbolunu en iyi bilen, tanıyan isimlerden. Futbol sonuç oyunuysa dünkü maçın ardından Güneş, söz konusu klişenin hakkını verdi doğrusu. Beşiktaş, eksik kalmasına rağmen Kadıköy’de galip gelerek belki 4-3’lük ‘kalede Pancu’lu derbi kadar olmasa da zihinlerde yer edebilecek bir mücadeleye imza attı. Fenerbahçe ise rakibin arka arkaya gelen gollerinden sonra aniden Galatasaray maçındaki ‘uyurgezer’ haline bürünüverdi.
Öte yandan dünkü mücadele şöyle bir grafiği daha ortaya koydu: Ligin şampiyonluk adayları Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’la oynadığı üç maçta tek bir gol bile atamayan Jesus’un takımı dün ilk gollerini buldu ama dördüncü maçtan da hüsranla ayrıldı. Son tablo şöyle: Dört maç; üç mağlubiyet, bir beraberlik… Bu durumda sanırım Jesus’a tez zamanda Brezilya yolu görünüyor.
Bundan sonra ne olacak? İki takım da Galatasaray puan kaybetmesini bekleyecek ve yine oyundan çok hakem hatalarını konuşmaya, “Bizi şampiyon yaptırmıyorlar”, “Önümüzü kesmek istiyorlar” türü sürekli başarısızlığı kendi dışındaki yerlerde arayan zihniyetin her hafta yeniden yeniden üretilmesini izlemeye ve kaotik ortamın parçası olmaya devam edeceğiz. Nihayetinde biri “İçeriden ve dışarıdan gelen tüm engellemelere rağmen şampiyon olduk” diyecek ve hikâye önümüzdeki sezon kaldığı yerden devam edecek!