Rekor ceza: ABD’de intikam pornosuna 1,2 milyar dolar tazminat
Ertuğrul Özkök bu pazar seks oyuncaklarının bile kalite belgesi sahibi olmasından hareketle merak etmiş: Siyasetçinin neden kalite belgesi yok? Özkök, çok satan kitapların dünyasından müziğe kadar pek çok alanda geziniyor bu pazar.
ISO 3533…
Bazılarınız için hiç bir şey ifade etmeyebilir.
Yönetim bilimcileri için ise anlamı şudur:
“Kalite belgesi…”
Neyin kalesi belgesi mi…
Anlatayım.
Son 2 yılda okuduğum en ilginç haberlerden biri şuydu:
“Seks oyuncakları için ISO 3533 standartlarının oluşturuldu. ”
Pandeminin ortasıydı ve 2021 yılında dünyada üretilen seks oyuncakları için bir kalite standardı belgesi oluşturuldu.
Ve bazı seks oyuncağı üreticileri bu belgeyi aldı.
Yani artık bildiğimiz vibratörlerin de bir ISO belgesi var.
Yine son 2 yıldaki bir başka ilginç gelişme ise seks oyuncakları pazarında “İkinci el” pazarının doğması ve gelişmesi.
Yani internet üzerinden kullanılmış bir ikinci el vibratör satış pazarı doğmuş.
Bu pazar 2019”dan 2021 yılına kadar geçen 2 yıl içinde yüzde 140 büyümüş.
Peki nüfus olarak bakarsanız nasıl bir büyüklük bu?
Tabii ki muhafazakar Türkiye”de bu rakamlara ulaşmak kolay değil.
Ama mesela Fransa’da 2022 yılında, yani geçen yıl, hayatında en az bir kere seks oyuncağı kullanmış erkek ve kadın nüfus yüzde 51 olmuş.
1992’de bu rakam yüzde 7 imiş.
Anlayacağınız vibratör kullanan sayısı anormal artarken, vibratörün üretim kalitesi de artıyor.
Son 2 yıldır trend ise “Geofriendly vibratör ve seks oyuncağı” olmuş.
Yani doğaya saygılı vibratör.
Önümüzdeki hafta başkanlık seçiminin ikinci turu yapılacak.
Sizin aklınıza gelir mi ama benim hınzır ve mendebur aklıma şu soru düştü:
Bu yüzyılda vibratörün bile ISO belgesi var da, siyasi partilerin ve siyasetçilerin niye yok?
Çok mu fantezi bir soru sizce…
Yahu arkadaş vibratöre ISO 3533 kalite belgesi almak fantezi bir davranış olmuyor da, siyasette kalite belgesi istemek mi sadece bir Nişantaşı monşerinin aklına gelebilecek fantezi oluyor?
Bu belgeyi almayı akıla bile getirmeyen siyasetçiye ve partiye mi kızalım…
Yoksa siyasetçiden bu kalite belgesini istemesi gereken seçmene mi…
Hürriyet 2000”li yıllarda Avrupa”da ISO Belgesi alan ilk gazete olmuştu.
Bu belgeyi almak için düzenlediğimiz törene dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Süleyman Demirel de katılmıştı.
Demirel orada bir konuşma yapmış ve önemine değindikten sonra bizden şunu istemişti:
“Aldığınız bu belgeyi çerçeveletip bana verin, Çankaya’nın duvarında sergileyeceğim…”
Öyle yapmıştık.
Şimdi o belge ne oldu bilmiyorum.
Sonraki Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer bizden pek hazzetmediği için muhtemelen depoda bir yere attırmıştır.
Ama o belgeden sonra bize ne oldu?
Yönetim ilkelerini o belgenin standartlarına uygun hale getirdik.
Halka açık Hürriyet’in piyasa değeri 1.8 milyar dolara kadar yükseldi.
Ama içerik bakımından aynı kaliteyi tutturabildik mi derseniz, maalesef tutturamadık.
Eee ne de olsa biz de bu ülkenin insanıyız.
Futbolcusu, işinsanı neyse biz de biraz oyuz…
Ama “Guguk Kuşu” filmindeki kahramanı McMurphy gibi biz de “Hiç olmazsa denedik…”
Ya siyaset…
Önümüzdeki hafta bir kere daha göreceğiz…
Onlar hiç olmazsa denemediler bile…
Ya siyaset hakkında konuşan kafalar…
Çoğunun vibratör kadar bile aklı olmadığını söylersem kimse üzerine alınır mı…
Aman alınmasın…
Alınmasın ki, bugün olmayan ISO belgeleriyle, bana dümdüz gitmesinler.
Bugün Pazar, “Küçük Güzel Şeylere” devam edeyim.
Dünyada kültür hayatı en zengin ülkelerden biri olan Fransa”da “Yabancı edebiyat” kitapları satışları tepetaklak gidiyormuş.
Orhan Pamuk gibi Nobelli yazarların kitaplarının satışları bile iyice düşmüş.
Demek ki Fransa kültürel bakımdan içine kapanıyor.
Bence bu bütün dünya için kötü haber.
Demek ki bütün ülkeler yavaş yavaş kendi içlerine dönüyor.
Buna karşılık Fransa’da çok satan yabancı bir kitap var.
“Elena Ferrante” takma adıyla yazan yazarın Türkiye’de de yayınlanan 4 ciltlik “Benim Güzel Arkadaşım” kitabı 800 bin satmış.
Napoli’nin fukara varoşlarında 1950’li yıllarda iki kız arkadaşın ilkokulda başlayan arkadaşlıklarını anlatan bir roman bu.
Michele Obama’nın başvuru kitabı olmuştu.
Romandan yapılan televizyon dizisini çok beğenmiştim.
Bana 1950’li yıllardan itibaren İzmir’de Kahramanlar’daki kendi mahallemi anlatıyordu sanki…
Sahici, direkt, yalın bir hikaye…
Peki Fransa’da bugünlerde ne okunuyor?
Türkiye”de tanıştığım ve çok sevdiğim Frederic Beigbedder’in yeni kitabı 4’ncü sıradan ilk 10’a girmiş.
Kitabın adı ilginç:
“Demode bir Heteroseksüelin İtirafları…”
Tabii ki hemen getirtip okuyacağım…
Fransa”de reklamcılık sektöründen gelmiş tam fırlama diyeceğim bir edebiyatçı Beigbedder. Fransa edebiyat nomenklaturasını, müesses nizamını altüst eden bir yazar.
Kitabın adı beni cezbetti.
Heteroseksüelliğin artık demode bir şey haline geldiğini anlatan bir başlık okutmaz da ne yapar…
Ne anlattığını merak ettim.
Sadece şunu dediğini öğrendim:
“Vazgeçemediğim bir bağımlılığım var: Kadına düşkünüm…”
Eh bana da pek yabancı bir duygu değil.
Charles Aznavour”un “Plaisirs Demodes” (Demode hazlar) şarkısı ile iyi gidebilir.
Spotify”u bu son 2 haftada konulan şarkılardan bazıları hoşuna gitti.
Bir tanesini geçen gün yazdım.
Teoman’ın yeniden yorumladığı “Alev Alev”…
Feridun Düzağaç’ın şarkısı sanki şarkıcıdan şarkıcıya nesil atlayarak ilerliyor.
Bu arada Semiramis Pekkan’ın eskiden söylediği “Those Were The Days” şarkısının Türkçe aranjmanı “Bu Ne Biçim Hayat” yeniden kaydetti.
Bu defa yanında Evrencan Gündüz var.
Vallahi hiç de fena gelmedi bana…
Bu arada Engelbert Humperdinck”in “A Man Without Love” şarkısının da bir coverı çıktı.
Humperdinck kendisi gibi yaşlı bir İspanyol şarkıcı Angelica Maria ile birlikte şarkısını coverlamış.
O da iyi geldi.
Ama demode bir heteroseksüel olarak bu haftanın benim için en büyük süprizi iki babanın baba bir klasiği yorumlaması oldu.
Eric Clapton ile Jeff Beck Moon River’ı yorumluyor.
Moon Rover denince tabi ki, Truman Capote, Audrey Hepburn ve Tiffany’de Kahvaltı filmi aklıma geliyor.
Clapton’un Fender gitarı ile Jeff Beck’in Les Paul gitarının düeti…
İşte bu hayalkırıklığı ile dolu bir haftanın ilacıydı…
Demode Heteroseksüelin demode hazları haftası böyle başladı.
İnşallah böyle devam eder.
Bu arada Ben Affleck”in yönettiği, Matt Damon’un oynadığı “Air” filmini de tekrar tavsiye ederim.
Bugün yılda 4 milyar dolarlık bir satış rakamına ulaşan Air Jordan ayakkabının tasarlanış hikayesi…
Filmde pazarlamacı çocuk Nike’ın ayakkabı tasarımcısına “Bana devrimci bir ayakkabı yap” dediği zaman tasarımcının şu cevabı beni çok şaşırttı:
“Ayakkabıda tek devrim bundan 600 yıl önce yapıldı…”
Neydi o devrim derseniz…
Sağ ve sol ayakkabının ayrı kalıplar olarak tasarlanmasıymış…
Bir de şu cümle…
“Ayakkabı dediğin şey sadece bir ayakkabıdır…
Ta ki bir insanın ayaklarına giyilinceye kadar…”
Sonra başka bir şey olur…
Hadi hiç anlamadığım ve bir türlü İSO bölgesi alamayan siyaset için bir cümleyle bitirelim demode pazar hazlarımı…
Siyaset de sadece Makyavelist bir eylemden mi ibarettir…
Evet…
Ta ki insana dokununcaya kadar…
22 Kasım 2024 - Ufuk Uras’a sordum: Devlet beye o soruyu sordun mu?
20 Kasım 2024 - Son anket: Türk halkı böyle bir Milli Eğitim Bakanı istemiyor
19 Kasım 2024 - Yılın son profil analizi: Hakan Fidan’a elini veren kaç parmağını kaybeder?
17 Kasım 2024 - İşte o ünlü adamın aynı anda idare ettiği altı kadının isimleri
16 Kasım 2024 - Dün Bebek’teki Thomas Mann teknesinde Hasan Cemal’in beni ağlatan 285’inci sayfası