100’üncü yıl mektupları 21 yıl sonra adreslere ulaştı: Sizi de ağlattı mı?
Cumhuriyet’in kurucu lideri Atatürk’ün sevgisine rağmen Türkiye’de sinema 100 yıllık süreçte genel olarak örselendi. Hep sansürle zapturapt altına alınmaya çalışıldı. Buna rağmen bir Türk sineması inşa edilebildi. Hem de dünyada ilgi gören, değeri teslim edilen bir sinema…
Sinemanın kitlesel gücünün farkında olan bir lideri vardı Cumhuriyet’in… Kurtuluş Savaşı’nı kayıt altına aldırma isteği, sonrasında çekilen belge filmlerden epik bir film yapılmasını arzu etmesi biraz da bu yüzdendi. Verilen mücadele gelecek kuşaklar tarafından bilinsin istiyordu. Bunun için gün geldi bir film için askeri üniformasını giydi kamera karşısına geçti, gün geldi Avrupa’ya sinema üzerine eğitime giden Faruk Kenç’ten tahsili bitince Avrupa ve Türk filmciliği üzerine karşılaştırmalı bir rapor istedi.
Çankaya Köşkü’ne küçük bir sinema salonu yaptırması, sıklıkla devlet işlerini bir kenara bırakıp çok sevdiği halkıyla film izlemesi de Mustafa Kemal Atatürk’ün sinemaya olan sevgisinin işaretiydi.
Bu tabloya bakıp Cumhuriyet sinemayı el üstüne tuttu demeyi çok isterdik. Ama kurucu lider Atatürk’ün sinemaya yönelik ilgisi, Cumhuriyet’in diğer kurucu kadrolarına pek sirayet etmedi.
Cumhuriyet kurulduğunda sinema henüz 28 yaşında gencecik bir sanattı ve bir halk eğlencesi olarak görülüyordu. Atatürk dışında, Cumhuriyet’e gönül veren kadrolar da bu bakışa teslim olmuşlardı. Bu nedenle Cumhuriyet, ilk yıllarında sinemayı pek de önemsemedi. Ama kendi haline de bırakmadı. Sinemacılar halkı, kurucu kadroların belirlediği sınırlar içinde eğlendirmeliydi.
1932’de yapılan bir düzenleme ile filmlerin çekim aşamasından itibaren denetlenmesine başlandı. Günümüze kadar gelen bürokratik sansürün önü böylece açıldı. Bürokratik diyoruz çünkü filmleri, senaryoları denetleyenler, genel olarak sinemayla ilişkisi olmayan, buluttan nem kapacak kadar hassas, kraldan çok kralcı insanlardı.
Öyle ki tüm Yeşilçam anlatısını belirleyen ana unsurlardan biri oldu bu hassasiyetler. Onların dünya görüşüne uygun filmler çevrilmeli, hayata aynı perspektiften bakılmalıydı.
İşte sinemacılar bu yasaklar ve üzerlerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan hassasiyetlerin baskısı altında bir ülke sineması inşa etti. Göbek bağlarını kendileri kestiler.
Tuhaf olan şu ki, Yeşilçam, ekonomik gücünü iptidai de olsa halktan alıyordu. Halkın iradesinin her şeyin üstünde olduğu Cumhuriyet ise halkın sinemasına karşı yasakçı bir tutum izliyordu.
Muhsin Ertuğrul’dan başlayarak Lütfi Akad, Metin Erksan, Memduh Ün, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney, Ertem Eğilmez, Osman F. Seden, Zeki Ökten, Şerif Gören, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Ömer Kavur, Bilge Olgaç… Türk sinemasını bir yerden bir yere getiren bütün bu isimlerin neredeyse tüm meslek yaşamları sansürle mücadele etmekle geçti.
Trajik örnek, Halit Refiğ’in başına gelendir. Kurtuluş Savaşı’nın romanlarından biri olarak kabul gören Kemal Tahir’in ‘Yorgun Savaşı’ kitabından uyarladığı aynı adlı dizisinin negatifleri, TRT yapımı olmasına rağmen devlet eliyle yakıldı. Emri de orgeneral olduktan sonra (1974) hiç sinemaya gitmediğini gururla söyleyen Kenan Evren vermişti. Gerekçe evlere şenlikti: ‘Yorgun Savaşçı’ Kurtuluş Savaşı’nı kötü gösteriyordu!
Dolayısıyla bugün elimizde bir Türk sinema varsa bu, sinemacıların kişisel özverileri ve sinemaya olan tutkuları sayesindedir.
Cumhuriyet bürokratları tarafından iğdiş edilmek istenen sinemacılar, Cumhuriyet değerleri ve ideallerini anlattılar genel olarak. Çünkü nihayetinde Cumhuriyet’in çocukları olduklarının farkındaydılar.
Paradoks buradaydı. Cumhuriyet değerleri ve idealleriyle yetişen kuşaklar gün gelip Cumhuriyet’i ileriye götürecek sözler edince, yine Cumhuriyet’i kendilerince koruduğunu düşünen bürokratlar tarafından engelleniyordu. Tabii bu bürokratların sırtını dayadığı bir siyasi, dönem dönem ismi değişse de hep vardı. İşte o siyasi iradeler Cumhuriyet ile ne kadar barışıktı hep tartışma konusu olarak kaldı…
Mesela feodalitenin çıkmazları, törelerin insan hayatını hapishaneye çevirmesi kaç filmin konusu oldu. Kırsaldaki toprak ağalarına Türk sineması hep karşı durdu. Köylünün kendi toprağını kendisinin işlemesi gerektiğini söyledi. Cumhuriyet’in temelde buna itirazı yoktu ama bu sözü söyleyen filmler hep yasaklandı.
Ya da 1950’lerden başlayarak süren köyden kente göçün yarattığı sorunlar… Yeşilçam’da kalburüstü filmlerinin birçoğu bu göçün etkilerini anlattı. Ama ne oldu, sansürle karşı karşıya kaldılar.
Moderleşmenin ve özellikle 1950’lerden sonraki plansız ve hızlı şehirleşmenin hem birey hem de toplumda yarattığı sancılar, sorunlar sinemacıların üzerinde durduğu diğer bir temaydı. Lakin yine sansür çıktı karşılarına.
Cumhuriyet, eğitimin temel direği olarak gördüğü öğretmeni çok önemsiyordu. Öğretmenin mücadelesini, sistem tarafından mesleki ve ekonomik yıpratılmasını anlattı sinemacılar. Tabii ki sansüre rağmen…
Cumhuriyet kadına verdiği değeri kuruluş yıllarında verilen haklarla göstermişti. Toplumsal hayatın vazgeçilmezi olarak görüyordu. Ama kadının toplumsal hayatta varolması hiç de kolay olmadı. Verilen mücadeleyi sinemacılar anlatmak isteyince sansür belasıyla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Cumhuriyet, toplumsal bir değişim ve gelişim olanağı sağlamıştı. Sinemacılar bu değişim ve gelişimin eksik ya da aksayan yönlerini ele alan hikayeler anlatmak istedikçe sansürle önlerine hep set çekilmek istendi.
Sinema tarihimizde yurtdışında ödül alan filmlerimizin serüveni bile durumun aynası aslında. Mesela ‘Susuz Yaz’ın Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı almasıyla bugün gururlanıyoruz. Oysa Sansür Kurulu filmin yurtdışına çıkışını yasaklamıştı. Keza Yılmaz Güney’in Türk sinemasının yatağını değiştiren filmi ‘Umut’ da yurtdışı yasağı alan filmlerdendir ancak kaçak yollarla negatifleri çıkarılıp Cannes’da gösterimi yapılmıştır.
Geçen 100 yıl boyunca melodramlar, dramlar, komediler hatta salon filmi olarak anılan yapımlar bile Sansür Kurulu’nun kurbanı oldu. Lakin sinemacılar da pes etmedi ve koca bir sinema anlatısı yarattılar…
Yönetmen, yapımcı, oyuncu… Yeşilçam’ın bütün unsurlarına sorulduğunda en büyük şikayetleri sansürdü. Cüneyt Arkın da Tarık Akan da yargılandı, Şerif Gören, Atıf Yılmaz da…
Tüm bu sansür ve baskı, Türk sinemasının dünyada hak ettiği yeri almasını engelledi. Metin Erksan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Ömer Kavur, Zeki Ökten, Şerif Gören, Erden Kıral… Hepsi dünya ölçeğinde sinemacılar ama uluslararası camia onlardan hala bihaber. İki ileri bir geri ilerledi Cumhuriyet boyunca sinema… Memleketin demokrasi macerasıyla özdeş bir seyir izledi de denilebilir. Sansür biçimleri ve gerekçeleri siyasi iklime, Türkiye’nin demokratikleşme sürecindeki genişlemeye ya da daralmaya göre değişti. Demokratik alanının genişlediği dönemlerde görece daha özgürdü. Sinemacılar sözlerini söyleyebildi, hikayelerini anlatabildi. Demokratik alanın daraltıldığı otoriter zamanlarda ise yerinde saymak zorunda kaldı ya da sansürle zapturapt altına alındı.
Komedi her zaman seyircinin sığınağı oldu. Kah suya sabuna dokunmayan hafif komediler kah sistemi eleştiren kara komediler… Kriz anlarında halkın kurtarıcısıydı, yüzünü güldürüyordu. Yeşilçam’dan günümüze bu eğilim devam etti ve ediyor da.
Fakat komedi de payını aldı sarsürden. O çok sevdiğimiz, tekrar tekrar izlediğimiz ‘Hababam Sınıfı’nın sansür macerası yazılsa kitap olur örneğin! Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Kemal Sunal’ın başrolde oynadığı ‘Kibar Feyzo’ da yıllarca yasaklı kalan filmlerdendir.
Sansür sadece Sansür Kurulu eliyle yapılmadı. Kapalı kapılar ardında bir filmin sakıncalı ilan edilmesi yeterliydi. Böyle durumlarda örtülü sansür devreye girer ve film görünmez kılınırdı. Bugün de genel olarak bu yöntem işletiliyor. Mesela en son ne zaman televizyonda ‘Zübük’ü izledik, hatırlayan var mı?
Ama her şeye rağmen toplumsal bir karşılık yarattı Türk sineması. Yıllık üretimi, seyirci ilgisiyle dünyanın sayılı sinemalarından biri oldu. Uzun yıllar Hollywood filmlerinin istilasına uğramayan ülkelerden biri oldu Türkiye…
Bu baskı ve sansür koşullarında 90’lara kadar ancak dayanabildi Türk sineması. Dibe vurdu. Böyle gitmeyeceği anlaşıldı. Özal döneminde Hollywood filmlerinin hızla vizyona girmesinin önü de açılınca neredeyse Türk filmleri izlenmez hale geldi.
Yeşilçam sayfası kapanmıştı ama sinemacılar defterde yeni bir sayfa açtılar. Film yapma koşulları değişmişti. 80’lerin ortasından başlayarak 12 Eylül ile bir hesaplaşmaya girişildi. Şerif Gören, Zeki Ökten başı çekti.
Yavuz Turgul, Mustafa Altıoklar, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Serdar Akar, Reis Çelik, Semih Kaplanoğlu, Handan İpekçi gibi yönetmenler yeni bir sinema inşa ettiler…
2000’li yıllarda Türk sinemasının ayağa kalkmasının, uluslararası alanda başarılar elde etmesinin temelinde 90’lardaki bu yeni sinema oluşumu vardı.
İşlenen konular, ele alınan temalar farklılaşmıştı ama ne olursa olsun sinemacılar sözlerini söyleme konusunda yine cesaretliydi. Susurluk skandalından Kürt sorununa, 12 Eylül’ün yarattığı travmadan Cumartesi Anneleri’nin mücadelesine, toplumsal rollerdeki değişimden erkek şiddetinin kökenlerine, toplumsal değerlerin aşınmasından kuşak çatışmasına, gelir dağılımındaki adaletsizlikten gelecekten umudu kesen gençlerin çaresizliğine geniş bir skalada hikayeler anlattılar…
Cannes, Berlin, Venedik başta olmak üzere birçok festivalde bu sinema değer gördü. Bugün dünya çapında yönetmenlerimiz var ve uluslararası alanda taltif ediliyorlar. Cumhuriyet’in 100. yılında gelinen nokta bunca baskı ve sansüre rağmen takdire şayan.
100. yılında Cumhuriyet ve sinema ilişkisini sansür üzerinden anlatmamızın bir nedeni var elbet. Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’nin en eski festivali olan Antalya Altın Portakal Film Festivali sansür nedeniyle iptal edildi. Eskiden sansürü kimin yaptığı, sansürün gerekçesi bilinirdi. Çünkü Sansür Kurulu vardı ve gerekçeleri ve eylemleri kayıt altına alınırdı. Hatta Kültür Bakanlığı sansürün kitabını bile yayımladı. Ama bugün sansürü kimin yaptığını net olarak bilmiyor, tahmin ediyoruz. Fail, eylemini dürüstçe sahiplenmiyor, gölgede kalmayı tercih ediyor genel olarak. Naçizane o da biliyor sansürle yol alınamayacağını ve adının sansürcüye çıkmasını istemiyor.
Fakat 100 yıllık pratikte şu gerçek anlaşıldı sanırım. Bir film ne bu toplumun ahlakını bozuyor, ne sistemin sürekli değişen kutsallarının zarar görmesine neden oluyor, ne vatanın bölünmez bütünlüğüne zarar veriyor, ne de ülkenin komünist olmasını sağlıyor. Hatta dünün sakıncalı filmi gün geliyor gerçekleri anlattığı için kıymete biniyor. Örnek mi? Alın size ‘Susuz Yaz’, ‘Umut’, ‘Büyük Adam Küçük Aşk’, ‘Hakkari’de Bir Mevsim’…
Dolayısıyla sansür ve sansürleme tavrı pek de bir işe yaramıyor. Üstelik sansür yapanın yanına kar kalmıyor. Tarih onların da adını yazıyor.
Atatürk ile başladık Atatürk ile bitirelim. “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen sinemasever bir liderin kurduğu Cumhuriyet’in değerleri ve idealleri bu toplumda kabul gördü. Yani “Biz Cumhuriyet’i çok sevdik”. Lakin 100. yıl kutlamalarına bakınca Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i anlatmak da yine ağırlıklı olarak sinemacılara düştü. Arka arkaya çekilen Atatürk filmleri, kurumların çektirdiği tematik reklam filmleri onların elinden çıkma. Umarız ikinci 100 yılda sansür sinemamızın öncelikli sorunlarından biri olmaz…
22 Kasım 2024 - Cadılar dost oluyor, Paris’te tango şimdi başlıyor!
15 Kasım 2024 - Savulun Roma’nın kaderini değiştirecek adam arenaya çıkıyor
8 Kasım 2024 - Ara tatilin sürprizi: Robot da olsa insan insandır!
5 Kasım 2024 - Trump mı kazanacak yoksa Harris mi? Sinemacılar sonuçları açıklıyor!
4 Kasım 2024 - ‘Yandaki Oda’ Oscar’da karşınıza çıkarsa şaşırmayın!