Unutulmaz bir yazar: Tomris Uyar
Klaus Mann'ın 'Mephisto: Bir Kariyerin Hikayesi' romanı gözünü en yukarılara dikmiş bir sanatçının rejime ruhunu satışının öyküsünü anlatıyor. Nazi döneminde Almanya'da yakılan kitaplardan olan romandaki karakteri tanımakta zorluk çekmeyeceksiniz.
Klaus Mann’ın 1936 yılında Amsterdam’da yayımlanan, Almanya’daki basımı mahkemelerce engellenen, 1981’den sonra özgürlüğüne kavuştuktan sonra büyük ilgi toplayan ‘Mephisto: Bir Kariyerin Hikayesi’ romanı -adı üzerine- şeytani bir kişiliğin kariyer basamaklarını tırmanışını anlatıyor. “Giderek acımasızlaşan otoriter bir rejimin sadece yargıyı, çevreyi ve posta idaresini değil, tüm medyayı, tüm eğitim ve sanat kurumlarını ele geçirdiği” bir ülkede gözünü en yukarılara dikmiş bir sanatçının bu rejime ruhunu satışının hikayesi…
İsmi babasının gölgesinde kalmasına rağmen Klaus Mann kısa süren ömrüne sekiz roman, çok sayıda öykü, deneme ve oyun kitabı sığdırmıştı. Otobiyografisi, günlükleri ve mektupları da yayımlandı. Ne yazık ki bu külliyattan Türkçeye çok azı çevrilebilmiş, kendi kuşağının önemli isimlerinden Klaus Mann yeterince tanınmamıştır.
Klaus Mann 1906 yılında ünlü Alman yazar Thomas Mann’ın altı çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya gelmişti. Önce evde, ardından özel okullarda iyi bir eğitim aldı. Özellikle baba evinde sürekli kulak misafiri olduğu sohbetlerin konusu olan edebiyatı çok iyi öğrenmişti. Babasının ve yazar amcası Heinrich Mann’ın da etkisiyle yazmaya çok genç yaşlarda başlayacak, ancak babasının etkisini hep bir yük gibi hissedecekti. Bir yandan Nobel ödüllü dev bir yazarın oğlu olmanın ağırlığı, diğer yandan babasından beklediği sevgiyi görememişliğin ezikliği…
Gençlik çağları iki dünya savaşı arasına denk düşen ‘Kayıp Kuşak’tandı. Almanya’nın bu en çalkantılı, sancılı yıllarında savaştan sağ çıkmış ama gündelik hayattan hiçbir beklentisi kalmamış amaçsız gençlerin arasına karışan Mann Berlin bohemine katılacak, ilk yazılarını, kabare şarkılarını, şiirlerini henüz 18 yaşındayken yayımlayacaktı. İki önemli romanı ‘Sonsuzda Buluşma’ (1932) ve ‘Mefisto’ (1936) işte bu hayatı konu edinmiştir.
İlk kitabını 1925 yılında yayımladı. Babasının ağırbaşlı ve gelenekçi tarzının tersine olabildiğince atak ve cüretkardı. Yine 1925’te eşcinsel yönelimini açıkladı ve bunu ‘Der fromme Tanz / Kutsal Dans’ ile manifest bir tarzda romanlaştırdı. ‘Der fromme Tanz’ bugün Alman edebiyatının ilk eşcinsel romanı olarak kabul ediliyor.
Sıklıkla yaptığı seyahatler sonucu Almanya dışındaki ülkelerde sanat ve edebiyatın yeni akımlarıyla, yeni isimleriyle tanışma fırsatı bulan Klaus Mann muhafazakar çevrelerin tepkisine rağmen 1920’lerde Alman edebiyatının gelecek vaat eden parlak isimlerinden biri haline gelmişti.
Ama zaman edebiyat zamanı değildi. 1920’lerin sonunda Berlin bohemi çözülüp dağılmış, Nazizm yükselişe geçmişti. Klaus Mann’ın sanatı da giderek politikleşti. 1933 yılının başlarında kız kardeşi Erika’nın kurduğu kabare topluluğunda faşizme karşı politik taşlamalar içeren kışkırtıcı programlar yaptı, faşizme karşı yazılar yazdı, romanlarında bu süreci sergiledi. Sonuçta; Klaus Mann, Nasyonel Sosyalistlerin hedefi haline gelecek, kitapları meydanlarda yakılacak, yasaklanacak ve 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalacaktı.
Faşizme karşı mücadelesini yaşamı boyunca sürdürdü. 2. Dünya Savaşı’ndan az önce ABD’ye, kız kardeşi Erika’nın yanına yerleşen Klaus Mann burada da cinsel yönelimi ve düşünceleri nedeniyle tehlikeli bulunmuştu. Buna rağmen faşizmi yenilgiye uğratmak adına ABD ordusuna katılacak, ne var ki burada faşizmin bir başka veçhesiyle karşılaşacaktı.
Amerikan ordusunda siyahlara yönelik ırkçı davranış ve yönetmelikler karşısında bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştı. Savaş sona erdikten sonra ordudan ayrıldı. Seyahatlerini, yazmayı ve intihar teşebbüslerini ise hiç bırakmadı. Nitekim 1949 yılında, son romanı ‘The Last Day / Son Gün’de bütünüyle intihar olgusunu tartışıyordu. Bireyin tanık olduğu ya da maruz kaldığı kötülüklerle dolu bir dünyaya karşı radikal bir tavır almak adına yaptığı bir seçim olarak intihar temasını işlerken -kurgusunun gerçekliğini vurgularcasına- aşırı dozda uyku ilacı içerek yaşamına son verdi.
Altıncı romanı olan ‘Mephisto: Bir Kariyerin Hikayesi’ ilk kez 1936’da, Klaus Mann Amsterdam’da sürgündeyken yayımlanmıştı. 1956’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yeni bir baskısı yapıldı ama 1968 yılındaki Batı Almanya edisyonu mahkeme engeline takılacaktı. Zira romanın ana karakteri Hendrik Höfgen, Klaus Mann’ın kız kardeşi Erika’yla kısa süreli bir evlilik geçiren oyuncu Gustaf Gründgens’e fazlasıyla benziyordu.
Gründgens’in ölümünden sonra evlatlık oğlu ‘Mephisto’nun yayıncısına açtığı davayı kazanmış ve kitaba yayın yasağı koydurmuştu. 1981’de bir başka yayınevi tarafından yeniden yayımlandığında dava konusu edilmediği için -nerdeyse 50 yıl sonra- ülkesinde dağıtıma girebildi.
Romanın bu talihsiz serüveninin yarattığı ilgiye 1981’de István Szabó’nun yönettiği ve başrolde Klaus Maria Brandauer’in oynadığı çok başarılı -ve aynı zamanda En İyi Yabancı Film dalında Oscar Ödülü kazanan ilk Macar filmi unvanı kazanan- sinema uyarlaması da eşlik edince ‘Mephisto’ bir anda kült bir esere dönüştü.
Hikaye Fransız oyun yazarı Ariane Mnouchkine tarafından sahneye uyarlandı ve 1985-1986 yılları arasında Barbican Tiyatrosu’nda Royal Shakespeare Company tarafından sahnelendi. Aynı oyun 1989-1990 sezonunda Ankara Sanat Tiyatrosu’nda da sahneye konmuştu.
‘Mephisto: Bir Kariyerin Hikayesi’nin Prolog bölümü Berlin Opera Binası’nda Prusya bakanının doğum günü şerefine verilen görkemli bir törenle açılıyor. 1936 yılındayız. Nazi Partisi’nin en güçlü isimlerinin katıldığı törenin en gözde isimlerinden birisi -başbakanın desteğini arkasına aldığı herkesçe bilinen- devlet tiyatrosu müdürü Hendrik Höfgen’dir. Şöyle bir portre çizmiş Höfgen’e Klaus Mann:
“Hendrik Höfgen’i ellili yaşlarda sanırdınız, hâlbuki ancak otuz dokuzundaydı işgal ettiği yüce makam için çok gençti. Kemik gözlüklü solgun çehresi, başkaları tarafından gözetlendiğini anlayınca, ancak çok heyecanlı ve kibirli insanların kendilerini zorlayarak takınabileceği donuk bir ifadeye bürünürdü. Kel kafasının asil bir biçimi vardı. Kurşuni beyaz suratında, kalkık sarı kaşlarından çukurlaşmış şakaklarına yürüyen, yıpranmış ve hassas bir ıstırap çizgisi göze çarpıyordu; ayrıca biçimli ve güçlü çenesini gururla kaldırıyor, böylece kulakları ile çenesinin arasındaki zarif çizgiyi cesur ve hâkim bir tarzla vurguluyordu. Geniş ve rengi atmış dudaklarında nice anlamlar barındıran, hem alaycı hem de merhamet uyandıran, buz gibi bir gülümseme vardı. Gözleri ışığı yansıtan iri gözlük camlarının içinden ara sıra görünür ve etkili bir hal alırdı. Ve böylece, gözlerindeki tüm yumuşaklığa rağmen buz gibi, görünüşteki tüm hüznüne rağmen çok zalim olduğu korkuyla anlaşılırdı. Yeşil ile gri arası bir renkle parlayan gözleri, kıymetli ama uğursuz taşları, bir yandan da kötü ve tehlikeli bir balığın hırslı gözlerini andırırdı.”
Hikaye daha sonra geriye, 1920’lerin ortalarına dönüyor yani Höfgen ve arkadaşlarının devrimci bir tiyatro kurmak hayalleriyle tutuştukları Hamburg’daki günlerine. Ve oradan doğrusal bir çizgi ile Prolog bölümünde anlatılan 1936 yılındaki ilk sahneye doğru ilerliyor. Bu aynı zamanda Nasyonel Sosyalizmin iktidara, Hendrik Höfgen’in ise çevresindeki bütün yakınlarını kullanarak, inandığını söylediği ilkeleri ve ahlaki değerleri çiğneyerek, önüne geçen bütün engelleri aşarak ilerlemesinin hikayesidir. Yolları zorunlu olarak kesişecek, Höfgen o güne dek karşısında olduğu Nazizme bağlılığını sunmakta ve ruhunu şeytana satmakta elbette hiç tereddüt etmeyecektir…
‘Sonsuzda Buluşma’ gibi ‘Mephisto’ da Klaus Mann’ın bizzat yaşadığı ya da yakından tanıklık ettiği olayları kendisi ve çevresinden seçtiği kişi ve karakterler üzerinden aktardığı bir dönem romanı. ‘Sonsuzda Buluşma’ romanında benzer insan tiplerinin ve Alman dekadansının hikayesini anlatırken yozlaşmış bir kişilik olarak yine Gustaf Gründgens’e -Gregor Gregori ismiyle- yer vermişti. Her iki romanda da yer alan Sebastian karakteri ise Mann’ın kendisinin temsiliydi. Alman tarihi ve Klaus Mann’ın hayat hikayesi hakkında biraz daha bilgi sahibi olanlar, romanlardaki pek çok karakterin gerçek hayattaki karşılıklarını rahatlıkla bulabilirler. Mesela Marlene Dietrich de bunlardan biridir.
Buna karşılık Mann’ın niyeti otobiyografik bir roman yazmak değildi. Gerçek tarihi şahsiyetlerden esinlenmiş ama onları kurmaca karakterlere dönüştürmesini bilmiştir. Nitekim ‘Mephisto’nun yayımlandığı 1936 yılında bir gazetenin roman kişilerini gerçek kimlikleri ile eşleştirmesine büyük tepki göstermiş ve belirli bir birey hakkında değil, bir tür birey hakkında yazdığını savunmuştu. Romanın sonuna eklediği notta belirttiği gibi: “Bu kitaptaki bütün kişiler, insan tiplerini temsil eder, portrelerini değil”
‘Mephisto’yu Alman sanat çevrelerinin edebi dedikodusu olmaktan asıl kurtaran Mann’ın ele aldığı kişi ve karakterleri hem zamana ve mekana yerleştirmesi hem de onlara psikolojik derinlik kazandırması. Üstelik, özellikle insan ve mekan tasvirlerinde yakaladığı dili ve üslubu da Thomas Mann’la yarışacak güzellikte.
Babasından farklı olarak yeni anlatım tekniklerini de denemiş. Mesela üçüncü tekil şahıs bakış açısından -di’li geçmiş zaman kipinde- giden anlatıyı bir anda kesiyor ve geniş zaman kipine geçerek hikayeye bir piyes -bir oyun- havası katıyor. Gerçekten de her şey -kötü aktörlerce sahnelenen- kaba ve çirkin bir oyundan başka bir şey değil. Brecht tiyatrosundaki yabancılaşma efektine benzer böyle bir bakış açısı sayesinde yazarın sesini de duyabiliyoruz.
‘Sonsuzda Buluşma’ ve ‘Mephisto’da benzer temaları görebiliyoruz; kayıp bir kuşak, bohem yaşantı, Nazizmin yükselişi, eşcinsellik, intihar, sevgisizlik, duyarsızlık ve bu dünyada gerçekleşmesi imkansız bir düş olarak mutluluk. Bir yandan ölü bir kültürün mirasçısı olan faşizm ve ona eşlik eden muhafazakarlık, diğer yandan kapitalizmin tekelleşme ve toplumu yoksullaştırma süreci… Bu durum karşısında örgütlü bir karşı çıkış yerine amaçsızca sürdürülen bir yaşantıyı, ‘bir kofluk, bir nafilelik duygusunu’ koyan ve toplumdan uzaklaşan gençler, sanatçı ve entelektüel çevreler. Tam da Nazizmin yayılmasına uygun bir ortam, ölümcül bir ideolojiyi yaymaya verimli topraklar… Aynı dönemde ürün veren Kafka, Musil, Thomas Mann gibi yazarların romanlarında tanık olduğumuz boğuntu ve çöküntüyü işliyor Klaus Mann.
Pek çok yazar ve sanatçının hayatında zorlu, acılı, hüzünlü dönemler yaşanmıştır. Klaus Mann’ın kısa süren hayatında ise acı ve hüzün belli bir dönemle sınırlı değil – Mann’ın hayatı baştan sona bir insanlık trajedisidir. Onun yazar olarak büyüklüğü böyle bir trajediyi çağıyla ilişkilendirerek edebiyata dökebilmesinde. Anlattıkları uzak bir tarihe ve belli bir topluma dair olsa bile çizdiği insan tipi -dünyanın dört bir yanında- varlığını hala arsızca sürdürüyor. Tanımakta hiç zorluk çekmeyeceksiniz.