‘Büyük Büyükanne Webster’: Dört devrin ruhu
Ayşegül Devecioğlu, 'Kuma Daireler Çizen'de kızının üzerine kalan cinayeti araştıran bir annenin hikayesinden günümüz Türkiyesi’nin siyasi ve toplumsal meselelerine uzanıyor. Edebiyatımızda eşine az rastlanan siyasi bir polisiye var karşımızda.
Ayşegül Devecioğlu, yeni romanı ‘Kuma Daireler Çizen’de karanlık bir işinsanının cinayetini üstlenen kızını aklamak için detektif gibi iz süren bir annenin hikayesini anlatıyor. Arkaplanındaki devletle iç içe geçmiş uluslararası mafyasıyla, anne kız ilişkisiyle, bireysel dramlarıyla, ülkeden insan ve toplum manzaralarıyla ‘Kuma Daireler Çizen’ edebiyatımızda az rastlanan siyasi polisiyelerin güzel bir örneği.
1956 doğumlu Devecioğlu, 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden öğrenimini tamamlayamadan ayrıldı. 1986’dan sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalıştı. Makaleleri ve denemeleri çeşitli dergilerde yayımlandı. 2000’li yıllarda edebiyata yönelen Devecioğlu’nun ilk romanı ‘Kuş Diline Öykünen’, 2004 yılında yayımlandı. Romancılığını ‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ (2007), ‘Ara Tonlar’ (2015) ve ‘Güzel Ölümün Öyküsü’ (2019) ile sürdürdü. Öykülerini ‘Kış Uykusu’ (2009), ‘Başka Aşklar’ (2011), ‘Arkası Mutlaka Gelir’ (2020) ve ‘Anatomi Dersi’ (2022) kitaplarında topladı. “Ağlayan Dağ Susan Nehir” ile Orhan Kemal Roman Armağanı’na, “Anatomi Dersi” ile 69. Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görüldü.
Pandemini etkisini henüz geçirmediği ama maske yasaklarının gevşediği günlerde, yağışlı bir İstanbul sabahında başlıyor hikaye. Roman kahramanı 60’lı yaşlarında, kedisi Natali ile birlikte yaşayan yalnız bir kadın. 80 öncesi devrimci hareketi sırasında tanıştığı kocası Ziya’dan yıllar önce ayrılmış. İkisi de uzun süre hapishanede kalmışlar, çıktıklarında evlenmişler, bir de kızları olmu: Mine.
Ancak hapishaneden sonraki hayat, ilişkilerini yavaş yavaş tüketmiş. Ziya, pek çok eski arkadaş gibi yeni düzene uyarak iş hayatına atılmış. Kadınsa geçmişten kopamamış. Kopmuşlar birbirlerinden. Mine sekiz yaşındayken ayrılmışlar. Aradan geçen 20 yılda arada sırada kızları Mine için telefonlaşmak dışında eski kocası ile pek ilişkileri kalmamış. Mine ise boşanmadan sonra ikisinden de uzaklaşmış.
İşte böyle şeyleri düşündüğü sırada çalan telefon kahramanımızı dehşete düşürecektir. Zira kendisini Terörle Mücadele Şubesi’nden başkomiser Azmi olarak tanıtan kişi Mine’nin bir cinayetin şüphelisi olarak sorgulandığını söylemektedir. Kızının cinayeti üstlendiğini ayrıca silahta parmak izlerinin bulunduğunu öğrenen kadın şaşkına dönmüştür;
“Gördükleri ve yaşadıkları gerçek miydi? Yoksa ipe sapa gelmez hayaller mi kurmaya başlamıştı? Her şey o kadar absürttü ki devletin hayatta kalmayı başarmış solcuları delirtmek için komplolar düzenlediği fikri bile daha akla yatkın geliyordu.”
Kızının suçsuzluğuna inanan ve devlete -hele ki polise- hiç güvenmeyen kadın kendi araştırmasını yapmaya koyulur; öldürülen Rıfat Kuruca, inşaat, taşımacılık ve enerji sektörlerinde faaliyet gösteren Kuruca Holding’in yönetim kurulu başkanıdır ve şirketin Azerbaycan ile sıkı bağlantıları vardır. Ayrıca Rıfat Kuruca’nın Azerbaycan’ın önde gelen bir suç patronu ile yakın ilişkide olduğu bilinmektedir. Kadını asıl dehşete düşüren eski kocası Ziya’nın Rıfat Kuruca’yla olan ilişkisidir. Ve Başkomiser Azmi’nin gerek Ziya gerek Rıfat Kuruca ile şahsi bir husumeti olduğundan şüphelenmiştir.
Olayın göründüğünden daha karmaşık olduğunu kızının evinin alt üst edildiğini gördüğünde anlayacaktır. Mine’nin bilgisayarıdır aradıkları. Kadın, her şeyin birbirine karıştığı bu bulanık ortamda kızını kurtarmak için hem bilgisayardaki bilgilere bir an önce ulaşmak hem de olaya karışan diğer isimleri açığa çıkarmak zorundadır.
“Olayların kendi anlaşılmaz ve takip edilemez zamanlarında, bazen göz açıp kapayana kadar bazen ufak adımlarla, iniş çıkışlar, gidiş dönüşlerle, kıvrılmış bir dala, helezona, bumeranga ya da benzeri şekillere bürünerek, kendilerine özgü yollardan ona meçhul bir sona doğru ilerlediğinin farkındaydı. Ele geçmez bir şey, patlamak üzereydi, artık olduğu şekilde ve olduğu yerde kalamazdı.”
20 yılı aşan edebiyat kariyerini ilk başından beri izlediğim bir yazar Devecioğlu. Kuşbakışı bir yorumla roman ve öykülerinin hafıza meselesi etrafında şekillendiğini söyleyebilirim; bireyin geçmişle ve kendisiyle hesaplaşması, suçluluk duygusu, kolektif hafızanın dinamikleri, belleğin seçiciliği. Öyle ki sanki bir bellek hapishanesinde yaşar Devecioğlu’nun anlattığı bireyler.
O bellek siyasi bir geçmişin yaşanmışlıklarıyla doludur. Yakıcı iç hesaplaşmaları ve yeni düzene ayak uyduramamışlıklarıyla bu birey 80 öncesinin devrimci hareketinin içinden çıkıp gelen birisidir; tıpkı Ayşegül Devecioğlu gibi. Anlattıkları -öncesi ve sonrasıyla- bir kuşağın alt üst olmuş hayatıdır. Ancak vurgulamakta yarar var; her ne kadar özel bir tarihten ve kendi özelinden yola çıksa bile özeli genele yaymayı başarmıştır. Söylediklerimi Niyazi Zorlu iyi ifade etmiş;
“Devecioğlu’nun kahramanları devrimcilerdir, ama onun hikâyesini anlattığı ya da umarsızca anlatarak anlamaya çalıştığı asıl kahraman fiziksel ve içsel sınırlarında yitmiş, yine de gevşek bir toprağa bağlı hikâyesine tutunarak akışa karşı koymaya çalışan ‘insan’dır.”
‘Kuma Daireler Çizen’de de karakteristiğini yansıtan bir kahraman üzerinden bir annenin dramını, kuşaklar çatışmasını işlemiş. Farklılık, bu kez polisiye türün imkanlarından yararlanmasında. Romanın sonuna eklediği notta ‘hasta’ bir polisiye okuru olduğunu söyleyen Devecioğlu, her ne kadar zorlandığını itiraf etse bile, suç kurgusuyla kendisine özgü karakteristik temaları bir araya getirmenin üstesinden gelmesini bilmiş.
Hikayede klasik bir polisiyenin bütün bileşenleri mevcut; kanlı bir cinayet, mafyatik ilişkileri olan bir maktül, olay mahallinde bulunan bir tabanca, suçu üstlenen bir sanık, intikam peşinde olan bir komiser, yavaş yavaş ortaya çıkan yeni deliller ve yeni şüpheliler. “Kim yaptı, nasıl yaptı, neden yaptı” sorusu etrafında şekillenen bir muamma var karşımızda. Polisiye kalıplara sadık bir yazarın oyuncaklı bir hikayede kullanabileceği türden zengin bir malzeme. Devecioğlu’nun tercihi farklı; muammayı kendi meşrebine uygun kişiler ve olaylar etrafında derinleştirerek günümüz Türkiyesi’nin siyasi ve toplumsal meselelerine açılıyor.
‘Kuma Daireler Çizen’in merkezindeki kirli ilişkiler bütünü ne bir sır ne bir anomali. Ne yazık ki Türkiye için yapısal ve korkarım ki kalıcı sorunlar. Devecioğlu’nun suç odaklı bu sorunu bir suç romanı ile anlatması elbette isabetli bir tercih. Çünkü öyle anlar ve olaylar yaşanıyor ki -Petros Markaris’in ifadesiyle- “suç hakkında yazmak en iyi toplumsal yorum biçimini sağlıyor”.
Polisiyeleri, özellikle siyasi polisiyeleri seven bir okuyucu olarak suç kurgusunu gerçekçi ve doyurucu buldum. “Siyasi” sözcüğüne yapılan vurgu yanıltıcı olabilir. İyi bir siyasi romanda ya da siyasi polisiyede edebiyatı araçsallaştırmaya, siyasi söyleme düşmeye hiç gerek yok. Siyaset hem hayatla hem de suçla zaten iç içe geçmiş durumda. Hal böyleyken eğer vicdan sahibiyse yazar -ki öyle olmalıdır- bakacak, görecek ve anlatacaktır;
“Savaşlar, maden faciaları, cesetleri karaya vuran göçmenler, hiçbir şeyin beklenmediği dünyanın olağan halleriydi. Taksim’de patlama olmuştu. Birkaç gün sonra unutulurdu; hiçbir şey beklenmediğinde unutmak, hatırda tutmak isteyenler, hatırda tutmak için çaba sarf edenler için bile kaçınılmazdı.”
En çarpıcı gerçeklerin üzerine gitse bile yazarın anlattıklarını dinlenir/okunur kılan yazma becerisidir. Ayşegül Devecioğlu ‘Kuma Daireler Çizen’de işte bu becerisini sergilemiş. Öncelikle temalar arasındaki uyumdan söz etmek gerekir. Daha doğrusu -Orhan Koçak’ın ifadesiyle- “tema ile dil arasında, zihinle duyuş veya kalple deri arasında” uyum ya da uzlaşmadan… Gündelik hayatın eleştirisini hafızanın dinamikleriyle, hafızanın dinamiklerini kadının duyularıyla ve hepsini titizlikle seçilmiş sözcüklerden oluşan diliyle birleştiriyor.
Polisiyelerde çözümleyici karakter tipleri -mesela Sherlock Holmes Hercule Poirot, Philip Marlowe- çoğu zaman romanlara kendi damgalarını vuracak kadar önemlidir ki yazarlarını bile gölgelemişlerdir. ‘Kuma Daireler Çizen’in kadın kahramanı bir çözümleme dehası değil ama o da kişiliği ile hikayeye farklı bir renk, farklı bir derinlik kazandırıyor.
Geçmişe takılıp kalmış hafızası, sivri dili, sözünü sakınmazlığı, içe dönük yaşantısı, yoksunluk duygusu ve yalnızlığıyla -kendi deyişiyle- “marazi bir tip”. Onun bilincinde savrulan duygu ve düşünceleri kaydettiği anlar romanın en güçlü bölümleri. Bu bölümlerde benzetmeler, imgeler ve nitelemelerle anlatı yoğunlaşıyor. Belli ki ‘zihne düşen atomları’ kaydeten Devecioğlu, kendi iç yolculuğuna çıkmış. Hikayesini bilinç akışıyla iç içe geçmiş üçüncü şahıs bakış açısıyla anlatıyor. Zihnin labirentlerinde dolaşan bir akış, ileri geri gidip gelişler, dağınık düşünce ve duygu parçacıklarını yakalayan dil, duygu ve düşüncelerin zamanla, mekanla, eşyalarla mükemmel bağlantısı. Ve geriye kalan hüzün:
“Binaların ne kadar ketum göründüğünü fark etti. Sırlarını saklıyorlardı. Caddede yabancıydılar. Yalnızdılar. Binalara yakıştırdığı yalnızlık ve yabancılığın ne kadarı kendisine aitti? Binaların hafızasından havaya karışanları soludu. Burnuna toz kokusu geldi. O gösterişli binalar ortadan kaybolmuş, durdukları yerde görünmez hale gelmişlerdi, tıpkı kendileri gibi.