Binlerce yıldır kadın, üretimin merkezinde ama değerin kıyısında tutuldu. Tarım toplumlarında tarlada çalıştı, evde doğurdu, pişirdi, büyüttü. Sanayi devriminde fabrika tezgâhlarında çalıştı, sonra evde bir de çocuk baktı. Modern çağda iş yaşamına dahil oldu ama “ev kadını rolü” ondan hiç alınmadı.
Ama asıl sorun şu: Kadının bu kadar yük taşıması neden ve ne zaman bu kadar normalleşti? Çünkü yıllardır kimse “Bu yük adil mi?” diye sormadı. Sormak işlerine gelmedi. Kadının emeği görünmez kılındı, fedakârlığı beklentiye dönüştü. Ve o da zamanla kendi yorgunluğunu bile ertelemeyi öğrendi. Bir süredir düşünüyorum… Bir kadının enerjisi, sanki hiç bitmeyecek bir batarya gibi. Evde çay demlenmeden, çocuk uyanmadan, kimse işe gitmede sabah en erken o uyanır.Henüz şehir sessizken, gün aymadan, telefonlar başlamadan bir evin sabahını başlatan, çoğu zaman kadındır.
Çocukların kahvaltısı, eşinin gömleği, eksilen süt, hazırlanmayan ödev… Hepsi onun zihninde çoktan sıralanmıştır bile.
Henüz kendi yüzünü bile yıkamadan, evin ihtiyaçlarını tek tek hesap eder. Gün içinde mesaiye koşar, kalabalıklar arasında sıkışır, mail cevaplar, toplantıya girer, koşturur. İş yerinde her şey yolunda mı diye kontrol ederken, akşam ne pişeceğini de düşünmeye başlamıştır çoktan.
Ve akşam olur. Yorgun argın eve döner. Ama evde mesai yeniden başlar:
Ocağın altını açan yine odur. Okul çantasını kontrol eden, “yarın ne giyeceksin?” diye soran, bulaşık makinesini çalıştıran…
Yine o. Çamaşır makinesine gitmesi gereken kirli çamaşırı hatırlar, Ertesi günkü okul kıyafetini, yapılmamış ödevi, alışveriş listesini, işteki sunumu… Ve zihninde hepsini bir ajanda gibi taşır. Kimse görmez. Ama o hep çalışır. Hem bedeniyle hem aklıyla hem de kalbiyle… Peki soralım:
Kadın hep mi çalışır?
Ve neden?
Kadının esas mesaisi kimsenin görmediği yerdedir. Adına “duygusal emek” denir; görünmezdir, ama yükü ağırdır.
Bunlar iş tanımında yazmaz, maaşı , molası yoktur, takdiri de çoğu zaman yoktur. Ama kadın hep buradadır. Ve evet, hep çalışır. Toplumsal roller kadına “çok şey” yükler, bunu da “güçlü kadın” söylemiyle meşrulaştırır. Oysa bu, çoğu zaman bir tuzaktır. Kadına “sen güçlüsün” derken, aslında şöyle denmektedir:
Böylece kadının yorgunluğu bile görünmez olur. Onun güçlü olması, artık bir beklenti değil, bir zorunluluktur, belki de alışkanlık.
Tarih Boyunca Kadının Yükü
Bu yük bugün başlamadı. Binlerce yıldır kadın, üretimin merkezinde ama değerin kıyısında tutuldu. Tarım toplumlarında tarlada çalıştı, evde doğurdu, pişirdi, büyüttü. Sanayi devriminde fabrika tezgâhlarında çalıştı, sonra evde bir de çocuk baktı. Modern çağda iş yaşamına dahil oldu ama “ev kadını rolü” ondan hiç alınmadı.
Yani kadına “çalış” dendi, ama “dinlen” denmedi. “İlerle” dendi; ama “dur, kendin için nefes al denmedi… Hep bir maraton, hep bir koşturma… Bir toplumun kadınları bu kadar çok çalışırken, bu kadar az görülüyorsa; orada bir eşitsizlik, bir adaletsizlik, hatta bir vicdan problemi yok mudur sizce de?
Peki Çözüm?
Son Söz
Kadın hep mi çalışır? Bu artık bir alışkanlık değil, bir sistem meselesi. Toplumun düzeni, kadının durmaksızın çalışması üzerine kurulmuş. Çünkü kadın durduğunda, hayat aksıyor. Ama asıl sorun şu: Kadının bu kadar yük taşıması neden ve ne zaman bu kadar normalleşti?
Çünkü yıllardır kimse “Bu yük adil mi?” diye sormadı. Sormak işlerine gelmedi. Kadının emeği görünmez kılındı, fedakârlığı beklentiye dönüştü. Ve o da zamanla kendi yorgunluğunu bile ertelemeyi öğrendi.
Ama bu sürdürülebilir değil. Kimse, bu kadar uzun süre bu kadar çok şeyi aynı anda taşıyamaz. Taşıyorsa, bu başarı değil; çaresizliktir. Kadının hep çalışması bir dayanıklılık testi değil. Bu, yıllardır ötelenen bir eşitlik meselesidir.
Ve artık konuşulması gerekir.
2 Aralık 2025 - 12 yıllık dostluk…
18 Kasım 2025 - Akran zorbalığı: Güç, empati ve insan olmanın sınavı
11 Kasım 2025 - Atatürk: İnsan Olmanın Sessiz Görkemi
4 Kasım 2025 - Toplumsal roller yeniden yazılıyor…
28 Ekim 2025 - Atatürk bize ne bıraktı, biz ne hale getirdik?
Feza Turunçoğlu Kimdir?
Feza Turunçoğlu, Türkiye’de marka, pazarlama ve reklam sektöründe uzun yıllarını geçirmiş deneyimli bir profesyoneldir. Marka yaratma, spor pazarlaması, marka yönetimi ve iletişim konularında derin bilgi birikimine sahiptir.
Reklam ajanslarında yönetim ekibinde çalışmış, yürütme kurullarında yer almış, ülke için önemli birçok markanın büyüme süreçlerine katkıda bulunan ekipleri yönetmiştir.
Feza Turunçoğlu’nun kariyeri boyunca edindiği deneyimler ve sektördeki bilgisi, markaların stratejik iletişimini yönetme yeteneği ve kriz dönemlerinde markaların nasıl yönetilmesi gerektiğine dair görüşleri sektörde önemli bir referans niteliği taşır.
Bu dönemde; finanstan otomotive, gıdadan içecek markalarına, kamu projelerinden kişisel bakıma Türkiye’nin en önemli ve büyük bütçeli markaları ile çalışma, stratejilerinde söz sahibi olma ve değer yaratma şansı yakalamıştır.
Daha sonra Türkiye’nin bilinirliği ülke dışına da taşan ve ülkenin en değerli markalarından biri olan Vestel’de 10 sene boyunca Vestel Pazarlama iletişimi ve Perakende Pazarlama Liderliği yaparak; pazarlama iletişimi ve sponsorlukların yanı sıra, markanın stratejisi ve bütçe yönetiminde de söz sahibi oldu.
Vestel döneminde en sevdiği işlerinden biri “Biz Voleybol Ülkesiyiz” stratejisinin oluşturulması ve hayata geçişinde üstlendiği rolü oldu. ‘Biz Voleybol Ülkesiyiz’ iletişimi ile marka, hem tüketicinin gönlünü kazanırken hem de sayısız ödül kazandı.
Türkiye’de ‘Spor Pazarlaması’ denince, akla ilk gelen isimlerden.
Feza kendisini; reklam, pazarlama ve iletişim stratejisi alanlarında 30 yıllık deneyimi ile “ marka danışmanı” olarak tanımlıyor.
Vestel sonrası, bağımsız marka danışmanı olarak farklı projelerde ‘sevdiği ve inandığı’ markalara katkı sağlamaya keyifle devam ediyor.
Ve halen en çok voleybol izlemeyi seviyor.