ABD’de seçim olacak ve sonunda kazanan Netanyahu mu olacak?
Bu hafta Çin'in getirdiği Ay örneklerini kendi yasaları yüzünden inceleyememe ihtimali olan ABD'yi, boyunun 30 katı kadar uzayabilen organizmayı, eski şarkılarla yeni şarkılar arasındaki melodi farkını ve bir devri kapatan Japonya'yı konuşuyoruz.
7 Temmuz’dan merhaba. Bu hafta Merih Demiral’in gol sevincinde yaptığı bozkurt işareti sebebiyle ülkece tarih tartıştığımız bir hafta oldu. Tartışmaya bir ara İlber Ortaylı da dahil oldu hatta. Bilim dünyasında ise daha çok Ay’da üs kurmaya kalkışsak uydumuzdaki cevherlerden en iyi nasıl faydalanabiliriz derdine düşerek LEGO benzeri uzay tuğlalar, Çin’in Ay’dan getirdiği taş örneklerini ABD’nin kullanıp kullanamayacağı konuşuluyordu.
Canlılar hakkında da çok ilginç bilgiler öğrendik. Mesela kim derdi ki marangoz karıncalar dostlarının yaralarını insanlar gibi analiz edip ona göre tedavi uyguluyor… Peki ya su aygırlarının koca cüsselerine ve daha çok suda vakit geçirmelerine rağmen çok hızlı hareket ettiklerinde havalandıklarını? Bir de tabii boyunu 30 kat uzatabilen origamiden hallice bir organizma var.
Biraz da kendimize dönelim derseniz, şarkıların dünyasına girebiliriz. Eski şarkılarla günümüz şarkılarının melodileri arasında bir fark görüyor musunuz? Bu farkın teknik bir karşılığı var: Melodiler gittikçe basitleşiyor.
Bu arada Japonya’da da bir devrin sonuna gelindi. Artık hükümet resmi belgelerin dijitalde saklanması için disket kullanmayacak. Evet, bu zamana kadar disket kullanıyorlardı. Bunun dışında sizi 22 yıl gecikmeyle tamamlanan GBA oyunu ve OpenAI’da yaşanan bilgisayar korsancılığı haberlerimiz bekliyor.
Öyleyse yolculuğumuz başlasın!
Ay’a bir şeyler göndermek maliyetli bir iş; astronotlar yeniden Ay’a ayak bastığında da durum değişmeyecek. Ay’a gönderilen yüklerdeki her bir gram fazlalık yerçekimine karşı verilmesi gereken ekstra mücadele demek. Dolayısıyla geleceğin Ay sakinlerinin uydumuzdan alabilecekleri her bir malzeme, dünyadan gönderilen yüklerin gönderilme amaçlarında farklılık olması demek. Bu sorun özellikle de üslerin nasıl inşa edileceği konusunda öne çıkıyor. Ne var ki Ay’dan çıkarılan cevherlerle inşaat faaliyetleri yapmanın nasıl olacağı henüz denenmediği için bilinmiyor. Ama Avrupa Uzay Ajansı’ndan (ESA) bilim insanları ilginç bir fikirle geldi: Uzay tozunu LEGO benzeri tuğlalara dönüştürüp inşa faaliyetlerine başlasalar nasıl olurdu?
İşte araştırmacılar bunu öğrenmek için “uzay tuğlaları” yapmaya başladı. Bu tuğlaların yapımında gerçekten ay tozu kullanmadıklarını belirtmekte fayda var. Sonuçta Ay’dan getirilen örnekler hem az hem de bilimsel çalışmalar için değerli. Bu nedenle bilim insanları 2000’lerde Kuzeybatı Afrika’da keşfedilen bir göktaşından elde edilen 4,5 milyar yıllık regolit benzeri maddeyi kullandı. Üç boyutlu yazıcı kullanarak göktaşı tozunu klasik 2×4 LEGO’lar gibi şekillendirdiler. Ortaya çıkan tuğlalar tam olarak LEGO’lara benzemiyor, pürüzlü bir yapıya sahipler. Ama aynı LEGO gibi üst üste dizilebiliyorlar. Şimdi bilim insanları eldeki malzemelerin en iyi nasıl kullanılabileceğini belirlemeye çalışacak. ESA’nın LEGO tuğlaları ABD, Kanada, Londra, Almanya, Danimarka, İspanya, Fransa, Hollanda ve Avustralya’da sergilenecek.
Biliyorsunuz, Çin geçen hafta Chang’e-6 uzay aracıyla Ay’ın uzak yüzünden topladığı taş örneklerini dünyaya sağ salim getirmeyi başardı. Bu örnekleri önce Çinli bilim insanları inceleyecek tabii ki. Ama dünyanın geri kalanındaki bilim insanlarının da bir şansı olacak, görünüşe göre ABD hariç… Hem de sebebi Çin’in karşı çıkması değil, tamamen ABD’den kaynaklı bir sorun. Çin Ulusal Uzay İdaresi Başkan Yardımcısı Bian Zhigang geçen hafta gazetecilere verdiği demeçte, “ABD ve Çin arasında havacılık ve uzay alanlarında işbirliği yapılmasının önündeki engelin kaynağı Wolf Değişikliği’dir. Eğer ABD gerçekten Çin ile uzay konusunda alışverişte bulunmak istiyorsa önce önündeki engelleri kaldırmalı” dedi.
2011’de çıkarılan Wolf Değişikliği, ABD hükümeti ve NASA’nın Çin ile bilimsel ve teknik işbirliği yapmasını yasaklıyor. Yasa değişikliği özellikle uzay araştırmaları ve teknoloji alanlarında Çin ile ortak proje yürütülmesini engelliyor. Ulusal güvenlik ve dış politika açısından kritik durumlarda işbirliğine izin verilebiliyor ama bunlar da Amerikan Kongresi’nin onayına tabi tutuluyor.
NASA yöneticisi Bill Nelson bu hafta başında Çin’e verdiği yanıtla bir bakıma nispet yaptı: “Yarım asır önce Apollo’nun Ay’a yaptığı inişlerde getirilen örneklerde olduğu gibi, yeniden örnekler getirmeye başladığımızda bu örneklerin uluslararası toplum tarafından incelenmesine izin vereceğiz.”
Hakkını yememek lazım, Nelson Çin’in elindeki örnekleri paylaşma niyeti taşımasından memnuniyet duyduğunu söyledi. Hem ABD’li araştırmacıların şansı hâlâ devam ediyor. Nelson CNN International’a verdiği demeçte “Şu anda bilim insanlarımız ve avukatlarımızla Çin’in taleplerini Wolf Değişikliği’ni ihlal etmeden nasıl yerine getireceğimizi gözden geçiriyoruz” dedi.
🔴Bu iki haberin üstüne bir okuma önerisi de bırakalım: Bir ay önce ABD ve Çin arasında Ay’da üs kurma yarışını yazmıştık.
Lacrymaria olor, sinir sistemi olmayan tek hücreli bir organizma olmasına rağmen oldukça etkileyici bir avcı. Armut şeklinde gövdesinden sarkan uzun ve kıvrımlı bir boyna sahip olan L. olor avını yaşadığı göletlerde arıyor. Avlanmayı nasıl başardığı yıllarca sır olarak kalsa da kararlı iki bilim insanının yedi yıl boyunca devam ettiği çalışma, bu varlığın gözlemlenebilen ilk “hücresel origami” örneği olduğunu ortaya koydu. Mühendislik alanında doçent olan Manu Prakash, tek hücreli L. olor’un hareketlerini izlediği andan itibaren büyülendiğini söylüyor. Sinir sistemi olmadığı için çevresine tepki verirken karmaşık davranışlarda bulunma şansına sahip olmayan L. olor boynunu sadece 30 saniye içinde orijinal vücut uzunluğunun 30 katı kadarı uzatabiliyor. Eğer bir insanın boynu L. olor gibi uzayabiliyor olsaydı bu, 1,80 boyundaki bir kişinin kafasını 60 metreden fazla uzatması anlamına gelirdi.
L. olor’un bu hareketi yapabiliyor olması sır değildi ama nasıl yapabildiği bilinmiyordu. Ta ki Prakash ve yüksek lisans öğrencisi Eliott Flaum araştırmalarını başlatana kadar: “Bir bulmaca ile başladık. Ellie ve ben çok basit bir soru sorduk: Boyunun uzamasını sağlayan malzeme nereden geliyor? Nereye gidiyor?”
Meğer cevap daha önce bilinmeyen geometrik mekanizmasında gizliymiş. Prakash, “Gördüğümüz şey, hücresel origaminin ilk örneği. Biz buna ‘lacrygami’ demeyi düşünüyoruz” diyor. L. olor’un sarmal şekle sahip mikrotübülleri hücre zarını sararak kavisli bir kılıfla kaplıyor. Her bir L. olor hücresinde bu yapılardan 15 tane var, bunları akordeon gibi düşünebilirsiniz; boynu öne çıkarıp geri çekebiliyorlar. Çok ince zar pileler halinde katlandıkları için sonsuz sayıda malzeme depolayabiliyorlar. Prakash ve Flaum bu hücresel mekanizmanın tamamını trasmisyon elektron mikroskobubu kullanarak gözlemleyebildi.
Bu keşfi daha da inanılmaz kılansa L. olorların yaşamları boyunca bu işlemi 20 bini aşkın sefer kusursuz bir şekilde gerçekleştirmiş olmaları.
Daha dün X’te bir paylaşıma denk geldim, Lady Gaga’nın Alejandro şarkısının paylaşıldığı tweete “İlluminatiyse illuminati kardesim eski popu geri istiyoruz” isyanıydı bu. Şahsen Spotify’da dinlediğim şarkılara şöyle bir baktığımda hep eski şarkıları dinlediğimi görüyorum. Gerçi bu hep böyle; 50’li, 60’lı yaşlardaki insanlar da bizim dinlediğimiz şarkılardansa kendi gençlik dönemlerinin şarkılarını tercih ediyor. Müziğin iyi ya da kötü olması kişinin zevklerine özel bir durum. Ancak eski müziklerle yeniler arasında fark yok diyemeyiz. Ki Londra’daki Queen Mary Üniversitesi’ndeki araştırmacılar da bu şüpheyi teyit ediyor: Listelerde üstte yer alan şarkıların melodileri önceki yıllarda yayınlananlara göre daha az karmaşık.
Araştırmacılar melodilerdeki karmaşıklığın değişiminden arena rock, disko ve hip-hop gibi yeni müzik türlerinin ortaya çıkmasının sorumlu olduğuna inanıyor. Geçmişte şarkıların melodilerindeki karmaşıklığı artırmak için enstrümanlara başvurulurken şimdi stüdyonun baskın geldiği ince katmanlardan oluşan şarkılar yapılıyor. Elvis Presley’nin Heartbreak Hotel, Beatles’ın Hey Jude, Madonna’nın Vogue, Lady Gaga’nın Poker Face ve Beyoncé’nin Irreplaceable şarkılarının da aralarında olduğu 1950-2022 arasında çıkan ve ABD’de Billboard’ın yıl sonu listesinde ilk beşe giren şarkılar analiz edildi. Araştırmacılar her şarkıyı perde ve ritim açısından analiz eden bir yazılımdan faydalandı.
Scientific Reports dergisinde yayınlanan çalışmanın sonuçları 1975 ve 2000 yıllarında iki büyük düşüş, 1996’da da görece daha ufak bir düşüş olmak üzere melodik karmaşıklıkta gerilemeler yaşanmıştı. Büyük düşüşlerin sebebi arena rock ve disko müziğine bağlanırken, 2000 yılındaki düşüşün hip-hop müziğinin artan popülaritesi ile açıklanıyor. 1996’daki düşüşü de hip-hop’a bağlamak mümkün ama araştırmacılar dijital ses işleme istasyonlarının (DAW) da o dönemde popülerleşmeye başladığını söylüyor. DAW, müzik yapımcılarının şarkılar için alınan kayıtları bilgisayarda düzenlemelerini sağlıyor. Ancak melodilerin basitleşmesindeki hikaye burada bitmiyor. Yapılan analiz, özellikle 2000 yılından beri saniye başına söylenen notalardaki artışa işaret ediyor. Nota yoğunluğu arttıkça melodilerin karmaşıklığı sınırlanmış olabilir çünkü dar bir zaman aralığına değişik müzikal tonları sıkıştırmak o kadar kolay olmuyor.
Bu arada 2014’te yapılan başka bir çalışma, en popüler müziklerin melodisi daha az karmaşık olanlar olduğunu gösteriyor. 2014 yılında Keyboard dergisinde bir yazı kaleme alan besteci Yuval Shrem bunun sebebini şöyle açıklıyor: Beyinlerimiz sosyal medyada bir şey yazılırken ya da okunurken karakter sınırlandırmalarına alışıyor. Bu da müziklerde ya da başka alanlarda cümlenin tamamının kurulmasının beklenmemesine, talep edilmemesine ve hatta arzulanmamasına neden oluyor.”
ABD’nin nükleer cephaneliğini kontrol eden bilgisayar sistemi 2019 yılına kadar sekiz inçlik disketlerle çalıştırılıyordu. Türkiye’deyse disketler 2010’larda neredeyse tamamen terk edildi. Ancak bir ülke var ki disketleri bugüne kadar kullanmaya devam etti. Bu ülke yeri geldiğinde teknolojisiyle bizi büyüleyen, yeri geldiğinde de geleneğine bağlılığıyla şaşırtan Japonya.
Ülkenin bugüne kadar disketleri terk edememesinin sebebi hükümete gönderilen belgelerin bu antika depolama sistemiyle gönderilmesini zorunlu kılan birtakım düzenlemelerdi. Ama 2022’nin ağustos ayında ülkenin Dijital Dönüşüm Bakanı Taro Kono disketlere savaş ilan etti, iki yıllık süreçte Japon anayasasının kapsamlı bir incelemesi yapıldı ve bu konuyla ilgili hükümler içeren 1894 madde bulundu. Savaşın galibi Kono oldu.
Covid-19 pandemisi döneminde kurulan Dijital Ajans’ın amacı Japonya’nın idari sistemlerinin dijitalleşmesini engelleyen bürokratik ve diğer yapısal faktörleri yıkmaktı. Salgın döneminde ülkenin yaşadığı zorluklar, Kono’nun selefi Karen Makişima’nın deyişiyle “dijital dönüşüm çağrısı” olmuştu. Disketin neden savaşın simgesi haline geldiğini anlamak çok da zor değil: 2024’te disket görmeniz çok zor. Sony 3,5 inç disket üretimi durduran son büyük üreticiydi, üretim hattı 2011’de durmuştu. Bunun dışında bir de kapasite sorunu var. En çok kullanılan 3,5 inç disketlerin kapasitesi yalnızca 1.44 MB’dı. Modern standartlarla karşılaştırdığımızda bu kapasite büyük dosyaları ve yazılımları depolamak için yetersiz kalıyordu. İşin ucunda sadece metin olduğunda depolama konusunda bir sorun yaşanmıyordu. Örneğin ülkenin Bilgi ve İletişim Teknolojisinden Faydalanan Devlet İdaresi Süreçlerinin Geliştirilmesi Yasası’nın PDF sürümü sadece 219 KB olsa da işin içine görseller de girdiğinde aynı mevzuatın tek bir sayfası 2,3 MB yer kaplıyor.
Yılbaşında ülkenin Ekonomi, Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, kurum belgelerinin disketlerde saklanması gerektiğini gösteren 34 hükmü kaldırdığını/değiştirdiğini söylerken, Kono bu hafta Reuters’e verdiği demeçte “Disketlere karşı verdiğimiz savaşı 28 Haziran’da kazandık!” dedi. Kono’nun savaşı bitmiş olsa da disketlerin gerçekten tedavülden kalkıp kalkmayacağı belli değil. Nihayetinde faks makineleri de ölmeyi reddediyor hâlâ.
👉PeerJ’de yayınlanan yeni bir çalışmaya göre 2000 kilonun üstünde olan su aygırları karadayken çok hızlı hareket ettiklerinde havalanabiliyor. İngiltere’deki Royal Veterinary College’den (RVC) araştırmacılar, 32 su aygırının 169 hareket döngüsünü gösteren videoları analiz ettikten sonra en hızlı hareket edenlerin attıkları adımların yüzde 15’inde dört ayaklarının da havalandığını gördü. Araştırmacılar su aygırlarının özellikle rakiplerini kovalarken ya da aslan ve gergedan gibi canlılar tarafından kovalanırken çok hızlı hareket etmek için motive olduklarını söylüyor. Bu haberin üstüne bir “I Believe I Can Fly” dinlenir. Bu arada su aygırlarının uçabileceğine inanmıyorsanız sizi kanıtımızı izlemeye davet ediyoruz:
👉Fareler üzerinde yapılan deneyler enerji içecekleriyle alkolü karıştırmanın bilişsel fonksiyonlarda uzun vadeli sorunlara yol açabileceğini gösterdi. İtalya’daki Cagliari Üniversitesi ve Catania Üniversitesi’nden ekiplerin yürüttüğü çalışmada ergenlik çağındaki erkek farelere alkol, enerji içeceği ve ikisinin karışımı verildi. Bu içecekleri içtikten 53 gün sonra farelerin beyin taramasını yapan ve davranışlarını test eden ekip alkol ve enerji içeceği karışımını içen farelerin öğrenme ve hatırlama yeteneklerinde kalıcı değişiklikler olduğunu gördüler. Sınavlarına hazırlanan üniversite öğrencilerinin ayakta kalmak için değişik karışımlar denediklerini az çok hepimiz biliyoruz. Böyle bir karışım denerken aklınıza Neuropharmocology’de yayınlanan bu çalışma gelsin.
👉ChatGPT’nin geliştiricisi OpenAI geçen yılın başlarında bir bilgisayar korsanının saldırısına uğradı. Olay hakkında bilgi sahibi kişilere göre hacker çalışanların şirketin son teknolojileri hakkında konuştuğu forumdaki tartışmalarda yer alan bilgileri çaldı ama şirketin teknolojiyi geliştirdiği sistemlere girmedi. Yöneticiler çalışanlara durumu geçen yıl nisan ayında açıkladı ama müşterilerin ya da ortakların bilgisi çalınmadığı için haberi kamuoyuyla paylaşmama kararı aldılar. Hırsızlığın yabancı bir devlet eliyle gerçekleşmediğini düşündükleri için FBI ya da kolluk kuvvetlerine de haber vermemişler. Haber yeni ortaya çıktı ve bazıları OpenAI’ın güvenlik meselelerini ne kadar ciddiye aldığı konusunda endişelenmeye başladı. Endişeleri anlamakla birlikte bilgisayar korsanının çaldığı şeylere bakacak olursak, teknolojinin gelişimi hakkında bilgi edinmeyi amaçladığını anlıyoruz. Elon Musk’lık yapmak istemem ama şirketin kurulma amacı zaten teknolojisini herkese açık bir şekilde paylaşmaktı. Böylece yapay zeka gibi endişe yaratan bir gücün tek bir şirketin elinde toplanmamasını amaçlıyorlardı. Ancak şirket başarılı oldukça şeffaflıktan daha da uzaklaşmaya başladı. Bu şekilde devam ettiği müddetçe daha çok saldırıya uğrama ihtimali hep olacak.
👉Oyun geliştiricisi AgeOfGames, 22 yıl önce Nintendo’nun taşınabilir Game Boy Advance cihazı için oyun geliştirecek ilk İtalyan şirketi olacağını duyurdu. Oyun yapma konusunda hiçbir deneyimi olmayan beş İtalyan’dan oluşan şirket birkaç yüz euro ve bilgisayarla çıktı yoluna; yanlarında bir programcı bile yoktu. “Kien” adını verdikleri oyun için iki yıl boyunca aralıksız bir şekilde çalıştılar. Bu oyunu hiç duymamış olabilirsiniz çünkü oyun hiç yayınlanmadı. 22 yılda beş kişilik ekipten geriye sadece oyunun tasarımcısı Fabio Belsanti kaldı. Belsanti hayalini 22 yıl gecikmeyle de olsa gerçekleştiriyor: Kien yayınlandı ve planlanandan daha geç yayınlanan oyun rekorunu kırdı. Önceki rekor 15 yıl gecikmeyle Duke Nukem Forever’a aitti. Oyunun fragmanını da şöyle bırakalım:
Çamaşır sepetinize bakıp bir çift çorap bulmanın ne kadar süreceğini merak mı ediyorsunuz? Bu sorunun arkasında yaratıcı, şaşırtıcı ve hatta bazen güzel olabilen bir matematik dünyası var. Oyun kartları, bir gazete, bir zarfın arkası, bir Sudoku, birkaç bozukluk ve elbette bir çift çorap kullanarak Rob Eastaway, matematiğin gizli güzelliklerini en sıradan gündelik nesnelerde bile nasıl ortaya çıkarabileceğinizi gösteriyor.
Bu sayfalardaki pek çok büyüleyici ilginçlik arasında, limeriklerle tavşanlar arasındaki garip bağlantıyı, olasılıkların büyük ölçüde sizin lehinize olduğu görünüşte “adil” bir bozuk para oyununu, turist panolarının Britanya’nın merkezinin nerede olduğu konusunda neden anlaşamadıklarını ve basit bir kâğıt katlamanın nasıl bir Jurassic Park canavarına yol açabileceğini keşfedeceksiniz.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
“Depresyonda zaman elastikleşir, belirginleşir, sonra da kırılır.”
Zamana ve nasıl olduğumuza dair gündelik sorular, depresyondaki kişinin hoşlanmadığı, hatta kaçındığı sorulardır. Üstelik ne sadece kişiye atfedilebilirler ne de kişinin psikolojisine; derin bir şekilde politiktirler.
Depresyonun Estetiği ve Politikası’nda Danimarkalı akademisyen Mikkel Krause Frantzen, dört önemli kültürel eseri analiz ederek depresyonun yalnızca bireysel bir psikopatoloji değil, aynı zamanda kültürel ve felsefi bir sorun olduğunu savunuyor.
Frantzen, Michel Houellebecq ve David Foster Wallace’ın eserlerini, Claire Fontaine’in enstalasyon sanatını ve Lars von Trier’in Melankoli filmini depresyonun zamansallık sorunuyla bağlantılı olduğu görüşü ışığında incelerken, Batı toplumundaki gelecek kaybı ve sıkışmışlık hissine dikkat çekiyor. Bu sanat eserlerinde depresyonun biçim ve içerik açısından nasıl tasvir edildiğini ayrıntılı, zengin ve özgün okumalarla analiz ediyor. Ayrıca bu eserleri, ilgili sanatçıların eserlerinin daha geniş perspektifine yerleştirerek kendi okumalarını diğer yorumcularınkilerle karşılaştırıyor ve bunları Kierkegaard, Levinas, Husserl, Heidegger gibi farklı filozoflara ve yazarlara atıfta bulunarak destekliyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
Dünyanın önde gelen psikiyatri tarihçilerinden Andrew Scull, antik çağlardan günümüze, dünyanın farklı kültürlerinde deliliğin panoramik bir portresini çiziyor. İki bin yılı aşkın bir süre boyunca akıl hastalığına verilen sosyal, kültürel, tıbbi ve sanatsal tepkileri kışkırtıcı ve eğlenceli bir şekilde inceliyor.
Günümüzde akıl hastalığına yaygın olarak tıbbi bir mercekten bakılsa da, toplumlar deliliği psikolojik veya sosyal açıklamalar inşa ederek anlamlandırmaya çalıştılar. Scull, Deliliğin Kısa Tarihi kitabında bu rahatsızlığın ve onu tedavi etme girişimlerimizin uzun ve karmaşık tarihinin izini sürerken, deliliğin yönetimi ve bastırılmasına adanmış bir endüstrinin nasıl bu denli büyüdüğünü de ortaya koyuyor.
Scull, deliliğin sağduyulu varsayımlarımızı nasıl derinden sarstığını; toplumsal düzeni hem sembolik hem de pratik olarak nasıl tehdit ettiğini; günlük yaşamın dokusunda yarattığı aksaklıkları; deneyimlerimizi ve beklentilerimizi nasıl alt üst ettiğini ustaca aktarıyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.