Nvidia’nın dokunduğu şirket ihya oluyor
'10'ca bilim arasından'da uzak yıldızlara, tepemizdeki çevreci yeni uyduya, dünyanın en ağır canlısı tartışmasına, "dişi kokusu"nun farelerdeki etkisine, topuklu ayakkabının faydasına değinecek, Google'ın işten çıkardığı mühendisi konuşacağız.
Kadınlar Günü’nü coşkuyla, gururla ve dünyada özgürlüğüne kavuşamamış, Türkiye’de ve dünyada hâlâ öldürülmeye devam eden, öyle ki Kadınlar Günü’nde bile öldürülen kadınlar sebebiyle biraz da buruk kutladığımız bir haftayı geride bırakıyoruz. Bu hafta daha çok teknoloji dünyasındaki davaları konuştuk. Bunlardan ilki Elon Musk’ın kurucuları arasında olduğu OpenAI’ya açtığı davaydı, diğeri ise New York Times’ın hem OpenAI hem de Microsoft’a açtığı dava. İlki yargıçların ve jürinin epey kafa patlatması gereken bir dava, ikincisi ilki kadar yorucu değil ama yapay zeka ve telif konusunda sınırların ne olacağını göstermesi açısından büyük önem taşıyor.
Bir de jeologlar arasında yıllardır devam eden bir tartışmanın cevabını aldık bu hafta: İnsanlık “insan çağı”na geçtiğimizi resmileştirecek kadar büyük bir etki bıraktı mı dünya üzerinde? Henüz okumadıysanız bir göz atmanızı öneririz. Ama bence bu haftanın açık ara en iyi hikayesi 217 kez Covid aşısı olan Alman’dı. İşin komik tarafı, Alman 213’üncü aşısında yakalanıyor ve bilim insanları tarafından daha fazla aşı olmaması için uyarılmasına rağmen çalışma sırasında dört kez daha aşı oluyor.
Peki bu hafta sonu bilim bülteninde nelerden bahsedeceğiz?
Göklerde, uzak yıldızlarda, cüce galaksilerde açacağız gözlerimizi. Burada karanlık gecede ilk ışığın nasıl yakıldığını ele alacağız. Sonra Dünya’ya biraz daha yaklaşacak, alçak yörüngemizdeki yeni teftişçimizden bahsedeceğiz. MethaneSat artık petrol ve doğalgaz sektörünün yeni kâbusu olarak en azılı hava kirleticilerini ifşa edecek. Hem de verileri halka açık olacak.
Çevre demişken küresel ısınma nedeniyle aşırı ısınan okyanuslara gidelim mi? Geçen yıl 10Haber’de mavi balinaya ağırlık konusunda rakip çıktı diye haber yapmıştık. İşte yeni bir çalışma bu yeni rakibin sanıldığı kadar ağır olmadığını gözler önüne serdi. Okyanuslardan devam edelim, bu kez deniz analarının yanındayız. Bu canlıların ürettiği protein artık çok daha kısa sürede parmak izi tespiti yapılmasını sağlayabilir.
Kadınlar Günü’ne özel olarak iki haber daha var seçkimizde. Biri erkek farelerin tanıdık bir dişinin kokusuyla nasıl ömrünün uzadığı, yabancı dişilerin kokusunu alınca nasıl kısaldığı hakkında. Öteki ise kadınların çok sık tercih ettiği topuklu ayakkabılarla ilgili. Meğer dengeyi iyi tutturabilirsek topuklu ayakkabılar daha verimli bir şekilde yürümemizi sağlayabiliyormuş.
Son olarak gözümüzü Google’a dikeceğiz. Bu hafta İsrail’in teknoloji konferansına sponsor olduğu için 600 çalışanı tarafından protesto edilen Google’a. İşte o Google Gazze’deki katliama sesini yükselten çalışanını işten çıkardı. Öyleyse haber turumuz başlasın!
Evreni fiziksel olarak keşfetmek o kadar kolay bir iş değil, çok büyük kısıtlamalar var önümüzde. En uzak uzay aracımız Voyager 1 ve 1977’deki fırlatılışından beri 15 milyar mili aşkın yol kat etti 50 yılda. Yani 0.00257 ışık yılı. Bu hızla devam ederse yaklaşık 150 yıl sonra ışık yılının yüzde 1 kadarını kat etmiş olacak. O zamana kadar daha kısa sürede daha uzun mesafeler kat edebilecek daha gelişmiş uzay araçlarına sahip olabiliriz pekâlâ. Hatta o uzay aracı uzak yıldızlara doğru yol alırken Voyager’ı toza dumana boğabilir. Böyle bir şey olursa bilim insanlarının işi çok daha kolaylaşır. Çünkü bir grup gökbilimcinin son zamanlarda yaptığı bir keşfin benzerlerine çok daha sık rastlayabiliriz. Ama biz önce bu hafta Nature dergisinde yayınlanan o çalışmaya göz atalım. Çalışmayı gerçekleştiren gökbilimciler gözlerini görülebilecek en uzak yıldızlara çevirdi. Bu yıldızlarda evrenin ilk ışığını aramaya koyuldular ve Büyük Patlama’dan bir milyar yıldan daha kısa süre içinde oluşan yeni doğmuş cüce galaksilerin soluk parıltısını yakaladılar.
Popüler görüşe göre Büyük Patlama karanlığın içindeki parlak bir ışık patlaması olarak hayal ediliyor ama muhtemelen bu düşünce gerçeği yansıtmıyor. Başta evren, birbirine karışmış elektronlar, protonlar ve nötronlardan oluşan karışık bir çorbaydı. Işığı parlatacak hiçbir şey yoktu, olsaydı bile kozmik çorbanın içinde kendisini göstermesi biraz zordu. Büyük Patlama’dan yaklaşık 380 bin yıl sonra, evren biraz genişleyip de soğuduktan sonra bu parçacıklar, “rekombinasyon” dönemi olarak da bilinen bir dönemde çoğunluğu hidrojen ve helyum olmak üzere hafif elementler halinde birleşmeye başladı. Böylelikle evren atomik bileşenlerden oluşan bulamaç gibi bir çorbayken şeffaf atomlar topluluğuna dönüşüverdi. İşte gerçek ilk ışık da bu olaydan doğdu, atomların birleşmesinin yarattığı ışık, hâlâ tüm kozmosu aydınlatan ışıltıyı yarattı.
Ama bundan sonrası tam bir karanlık çağ, çünkü ortada hiç yıldız yoktu ve evren nötr hidrojenden oluşan bir pusla kaplıydı. İlk yıldızlar yaklaşık 200 milyon yıl sonra oluştu. Ne var ki ışıkları henüz iyonize olmayan hidrojenin oluşturduğu kozmik sisi yaramadı. Bu ilk yıldızlar hakkındaki bilgimiz çok kısıtlı ama ışığa giden yolu açtıklarını, radyasyonlarının etraftaki gazı iyonize hale getirerek sisi yavaş yavaş yaktığını biliyoruz. İşte bu geçiş dönemi de “reiyonizasyon dönemi.” Çünkü bu dönemde ilk yıldızların radyasyonları elektronları etrafa savurarak hidrojeni iyonize etti ve gelecekteki yıldız ve galaksilerin oluşumunu başlattı.
Bu ilk yıldızlar Güneş’in kütlesinin onlarca, yüzlerce katı kadar büyük olmalıydı. Bir sonraki yıldız neslini zenginleştirecek süpernova olarak patlamadan yıllar önce, birkaç milyon yıl kadar sıcak ve hızlı bir şekilde yanmaları gerekiyordu. Gökbilimciler bu senaryonun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor bilmesine ama şimdiye kadar “reiyonizasyonun” tam olarak nasıl gerçekleştiğinden emin değildi. İşte yeni çalışma tam olarak buna ışık tutuyor.
Gökbilimciler James Webb Uzak Teleskobu’nun gelişmiş özelliklerinden ve Abell 2744 galaksi kümesinden gelen yerçekimsel merceklemeden faydalanarak evrenin doğuşunun yakınlarındaki genç, düşük kütleli cüce galaksileri inceleyebildiler ve gördükleri şey çevredeki gazı iyonize edebilen, reiyonizasyon dönemini başlatabilen enerjik yıldızlar oldu. Çalışmanın yazarı Joel Leja, “Galaksiler arası boşluğa çok yüksek enerjili fotonlar pompalamaya başlayan bir şey çıkıverdi ortaya. Bu kaynaklar nötr hidrojen sisini yakan kozmik deniz fenerleri gibi çalıştı. Bu şey her neyse o kadar enerjik ve o kadar ısrarcıydı ki tüm evren yeniden iyonize oldu. Eğer evrendeki diğer düşük kütleli galaksiler de onlar kadar enerjik ve yaygınsa, kozmik sisi yakan deniz fenerlerini nihayet anlamış olabiliriz. Bu deniz fenerleri, minicik tefecik galaksilerdeki oldukça enerjik yıldızlardı” diyor.
Artık dünyadaki petrol ve doğalgaz endüstrisinin en fena hava kirleticilerinin ismini ifşa ederek utandıracak yeni bir uydumuz var. MethaneSat adındaki bu uydu, pazartesi günü California’da SpaceX roketiyle alçak Dünya yörüngesine fırlatıldı. Amacı ise petrol ve gaz sektörü nedeniyle ortaya çıkan sera gazı salımlarını tek tek ifşa etmek. Üstelik tüm verileri halka açık olacak. Mevcut uydulardan çok daha geniş bir alan hakkında yüksek çözünürlüklü (140 metrelik) veriler sağlayacağı için önemi bir kat daha artıyor. MethaneSat 590 km üstümüzde günde 15 kez Dünya’nın etrafında dönecek ve 200 km’lik bir alanın verisini toplayacak.
MethaneSat, ABD merkezli Environmental Defense Fund (EDF) ve Yeni Zelansa Uzay Ajansı işbirliğinde geliştirildi. Yapımı ve fırlatılması için 88 milyon dolardan fazla para harcandı. EDF’nin daha önceki hesaplamaları, metan salımlarının ABD’li yetkililer ya da diğer ülkelerin yayınladığı tahminlerden yüzde 60 daha yüksek olduğunu gösteriyor. MethaneSat bu konuyla ilgili daha net veriler sunacak bize. Metan salımı iklim krizine yol açan küresel ısınmanın yüzde 30’undan sorumlu. 150’den fazla ülke, 2030 yılına kadar gaz salımlarını 2020 seviyelerine göre yüzde 30 oranında azaltmak için küresel bir taahhüde imza attı. MethaneSat bu ülkelerden hesap sorulabilmesi için bir araç sağlayacak çevre gruplarına.
Geçen yıl bir paleontolog ekibi devcileyin bir antik balina fosili keşfetmişti. Perucetus adını verdikleri o balinanın ağırlığının 340 ton olduğu düşünülüyordu. Bu da onu şimdiye kadar yaşamış en ağır hayvan yapıyordu. Peki gerçekten öyle mi? Smithsonian Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nde paleontolog olarak çalışan ve perşembe günü PeerJ’de yayınlanan çalışmanın yazarlarından olan Nicholas Pyenson’a göre sayılar akla mantığa uygun değil.
Pyenson ve California Üniversitesi’nde paleontolog olarak çalışan Ryosuke Motani’nin analizine göre Perucetus muhtemelen 60 ila 70 ton ağırlığında. Yani yaklaşık bir ispermeçet balinası büyüklüğünde. Halbuki Perucetus’tan önce en ağır hayvan olduğu tahmin edilen mavi balina fosilini de analiz eden ekip mavi balinanın 270 ton olduğuna kanaat getirdi. Mavi balina fosiliyle ilgili daha önceki tahminler 150 ton olduğu yönündeydi. Bu çalışma ise onların tahmin edilenden çok daha ağır olduğunu gösteriyor.
Peki Perucetus’ın ağırlığını ölçerken nerede hata yapılmıştı? 2010’da Perucetus’un 13 omur, dört kaburga ve bir leğen kemiği bulunmuştu. Kemikler balina kemiklerine benziyordu ama şaşırtıcı derecede çok daha büyük ve ağırdılar. Bilim insanları Perucetus’un tam iskeletini yeniden oluşturmak için çok daha küçük balinaları inceledi. Ama tek yardım aldıkları canlılar onlar değildi, deniz bitkileriyle beslenen ve ağır kemiklere sahip denizayılarından da faydalandılar. İşte sorun tam da burada başladı. Motani, hacimle kütlenin birbiriyle uyumlu olmadığını fark etti.
Sanıldığından daha küçük ebatlı olsa da Perucetus’un keşfi önemsiz değil. Paleontologlar balinaların son birkaç milyon yılda devasa boyutlara evrildiğine inanıyordu uzun zamandır. 60 tonluk Perucetus tam da bu ilk balinalara örnek olabilecek nitelikte.
Suç işleyenler için kötü, adli tıp çalışanları için iyi bir haberimiz var sırada: Bilim insanları denizanasında bulunan bir proteini kullanarak sadece 10 saniyede parmak izini gösteren adli sprey geliştirdi. Spreydeki boyalar, bilim insanlarının başka çalışmalarda bitki ve hayvanlardaki biyolojik süreçleri görselleştirmek için kullandığı yeşil floresan protein (GFP) denen floresan bileşiğine dayanıyor. Kullanılan boyalar parmak izlerinin DNA analizini etkilemeyecek biyolojik olarak uyumlu boyalar.
Peki nasıl çalışıyor bu boya? Ekip ciltteki ter ve yağlarda bulunan kimyasallara bağlanan LFP-Sarı ve LFP-Kırmızı olarak adlandırılan iki çeşit boya yarattı. Böylelikle boya molekülleri olduğu yerde kalıyor ve mavi ışık altında görülebilen floresan bir parıltı yayıyor. İki farklı renk kullanılmasının avantajı da farklı renkteki yüzeylerde kullanılabilecek olması. Spreyin ince katmanlı olması, parmak izlerine zarar verebilecek olası sıçramaların önüne geçiyor. Tozdan daha temiz ve parmak izini bulmanın zor olduğu yüzeylerde bile hızlı etki gösteriyor.
Mevcut parmak izi tespit yöntemlerinde kullanılan maddelerin bir kısmı “sonsuz kimyasallar” olarak da bilinen per- ve polifloroalkil maddeler yani doğada yok olmaya karşı dirençli maddeler. GFP proteini ise Kuzey Amerika’daki Aequorea victoria denizanasından doğal olarak elde ediliyor ve mavi ışığı emdiğinde yeşil parıltı yayıyor. Suda çözünüyor ve düşük toksikliğe sahip. Tüm bu özellikleri birleşince elimize çok daha çevre dostu bir teknik geçmiş oldu.
İnsanları bilemeyiz ama erkek farelerin özellikle de orta ve ileri yaşlardayken “yabancı” bir dişinin kokusuna maruz kalması, yaşamlarının ilerleyen dönemlerinde sahip olacakları yavru sayısını azaltabiliyor. Bununla da kalsa yine iyi, yabancı dişi kokusu alan erkeklerin çiftleştikleri takdirde, çiftleşmeden önce yabancı dişinin kokusuna maruz kalmayan erkeklere nazaran erken ölme olasılıkları çok daha yüksek.
Burada anahtar kelime yabancı. Çünkü erkek farelerin dişilerle birlikte yaşamasının ve çiftleşmesinin metabolik hızını ve vücut ağırlığını olumlu etkilediği, dişilerle birlikte yaşamanın erkeklerin ömrünü uzattığı biliniyor. Aynı şekilde yetişkin dişilerden gelen kokular, genç dişilerde olgunlaşmayı geciktirerek daha uzun yaşamın kapılarını açıyor.
Araştırmacılar çalışmaya başlarken akıllarında iki olasılık vardı: Ya farelerin yaşlanması hızlanacak ama çiftleşmek bu etkiyi tersine çevirecekti, ya da yeni bir dişinin kokusuna maruz kalmak, çiftleşmeyle aynı etkiyi yaratarak erkeklerin hayatta kalma mekanizmasını iyileştirecek ve yaşlanma sürecini yavaşlatacaktı. Görüldüğü üzere her iki hipotez de tam olarak doğru çıkmadı.
Yeni Zelanda ve Avustralya’dan araştırmacılar, bu çalışmanın sosyal çevreyi algılamanın yaşlanma sürecinde rol oynayabileceğini gösterdiğini söylüyor. Fareler bunun tek örneği değil. Solucanlarda ve meyve sineklerinde de eşlerden gelen kokular, üremeden bağımsız olarak çiftleşmeyle ilgili olarak beyindeki ödül yollarını harekete geçiriyor ve bu da yaşlanmayı hızlandırabiliyor. Meyve sineklerinin çiftleşmesine izin vermek ise daha uzun yaşamalarına yardımcı oluyor.
Barbie filmini izlemeseniz de hepimizin az çok aşina olduğu bir sahne var: Margot Robbie’nin ayağındaki yüksek topuklu terliği çıkardığı ama terlik sanki hâlâ ayağındaymış gibi parmak ucunda durduğu sahne. Gerçekten de yüksek topuklu ayakkabı giymek, bacaklar ve ayaklarda değişik etkiler bırakıyor olabilir mi? Bu konuyla ilgili araştırmalar çok sınırlı olsa da aylarca ya da yıllarca düzenli olarak topuklu ayakkabı giymenin insanların yürüme şeklini büyük ölçüde değiştirdiği gözlemlenmiş.
Mesela Avusturyalı biyomekanik araştırmacıları, 2012’de yayınladıkları çalışmada yüksek toplu ayakkabıyı alışkanlık haline getirmiş kadınların düz taban giyen kadınlara göre daha kısa ama daha sarsıcı adımlarla yürüdüklerini, yalınayak bile olsalar ayaklarının daha eğik bir pozisyonda olduğunu görmüşler. Bununla birlikte hem bu çalışma hem de ardılları ayakta ne gibi değişiklikler yarattığı ve bu değişikliklerin hareket etmeyi ne kadar zorlaştırdığı konusunda bazı soruları cevapsız bırakmıştı. Ayrıca bu çalışmalara yalnızca kadınlar dahil edilmiş, erkekler dışarıda bırakılmıştı.
Dört gün önce Journal of Applied Physiology’de daha önce hiç ya da birkaç kez yüksek topuklu ayakkabı giymiş sağlıklı genç erkek ve kadınların da dahil edildiği bir araştırmanın sonuçları yayınladı. Ekip Converse ayakkabıların tabanlarına köpük topuzlar ekleyerek beş erkek, üç kadın gönüllüden oluşan katılımcıların hepsinin kullanabileceği bir ayakkabı yarattı . Ayakkabılar katılımcıların ayakları 14 derecelik açıyla aşağıya doğru bakacak şekilde özel olarak tasarlandı. Katılımcıların hem normal Coverselerle hem de yeni tasarım Converselerle koşu bandında beş dakika yürümek için ne kadar enerji harcadıkları gözlemlendi.
Ayrıca katılımcılara bir takip cihazı verildi ve 14 hafta boyunca her gün yeni topuklu ayakkabılarını giymeleri istendi. Öncelikle son deneyi her katılımcının yapmadığını belirtelim. Gönüllülerden bazıları yeni spor ayakkabılarından “birazcık utanmış.” Bazıları ise ayak parmaklarının rahatsız olduğundan falan bahsetmiş. Yine de çoğu deneyi tamamlamış. 14 hafta sonra hepsi yeniden laboratuvara geldiğinde koşu bandındaki ilk deney tekrarlanmış. Topuklu ayakkabıyı kullanmayan erkek gönüllülerin çoğunun bacağında ya da yürüyüşünde herhangi bir değişiklik görülmemiş. Ancak topuklu ayakkabıları düzenli bir şekilde giyenlerin baldır kasları daha da kısalmış, aşil tendonları ise sertleşmiş. Daha ilginci ise koşu bandında hem yüksek topuklularla hem de normal spor ayakkabılarla aynı hızda giderken daha az enerji harcamaya başlayarak daha verimli yürüyen kişiler haline gelivermişler.
Bilim insanları bu deneyin en çok yaşlılar gibi hareket sorunları yaşayan kişiler için anlamlı olacağını düşünüyor. Topuklu ayakkabılar aşil tendonunun sertleşmesine ve alt bacağın yeniden şekillenmesine yardımcı oluyor. Bu da yürümeyi daha az zahmetli hale getirebiliyor. Yine de belirtmekte fayda var; bu çalışmada sadece sağlıklı genç bireylere odaklanıldı. Yani ne yaşlılar vardı katılımcılar arasında ne de atletler. Finlandiya’daki Jyvaskyla Üniversitesi’nde spor ve sağlık bilimleri profesörü Neil Cronin Washington Post’a verdiği demeçte, “Topuklu ayakkabıların hareket tasarrufu üzerinde olumlu etkiler yaratacak kadar kullanılması ancak ağrı, sert tendonlar, denge sorunları gibi olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına neden olacak denli kullanılmaması arasında makul bir denge olması muhtemel” diyor.
İnsana benzer robotlar üreten Figure şirketi, şimdiye kadarki en gelişmiş yapay zeka teknolojisine sahip olan OpenAI ile yeni bir anlaşmaya imza attı. Şirket yapay zeka aracılığıyla gelecekte robotlarına dili anlama becerisi kazandırmayı amaçlıyor. Şirket geçen haftanın başlarında yürüyebilen, plastik bir sandığı alıp yakındaki taşıma bandına yerleştirebilen Figure 01 prototipinin videosunu yayınladı. Şirketin yapay zeka ile ulaşmak istediği amaçlardan biri de robotlarının çok daha hızlı öğrenmesini sağlamak.
Figure son zamanlarda 675 milyon dolarlık yatırım topladı, böylelikle şirketin değeri 2.6 milyar dolara yükseldi. İlginçtir şirket henüz kullanılabilecek bir ticari ürün piyasaya sürmedi ama şimdiden arkasına Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, Microsoft ve çip üreticisi Nvidia’yı almış durumda.
Ama Elon Musk, birçok alanda olduğu gibi bu alanda da kendini gösteriyor. Tesla’nın da geliştirdiği bir insansı robot var: Optimus. Optimus “insanlar için güvenli olmayan, tekrar tekrar aynı şeyin yapılması gereken monoton işleri yapmak” için tasarlandı. Figure’un bir diğer rakibi ise Agility Robotics. Yine de hem OpenAI hem de Microsoft ve Nvidia’nın desteğini arkasına aldığı için Figure’un geleceğe doğru büyük bir adım attığını söyleyebiliriz.
Bu hafta 10Haber’de sizlerle Google ve çalışanları arasında yaşanan bir çatışmadan bahsetmiştik. 600 Google çalışanı New York’taki İsrail Teknoloji Konferansı Mind The Tech’in sponsorlarından olan şirketin organizasyona verdiği desteği geri çekmesini istemişti. Sebebi ise Gazze’de devam eden, 30 binden fazla sivilin canına mal olan savaştı. İsrail 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’in güneyine gerçekleştirdiği sürpriz saldırıyı gerekçe göstererek Ümraniye kadar bir alanı kaplayan Gazze’ye girmiş, insani yardımın sekteye uğramasına neden olarak en az 20 kişinin açlıktan dolayı ölümüne sebep olmuştu ki bu 20 kişiden 16’sının çocuk olduğu biliniyor.
Şirket çalışanları, İsrail’in 150 günü aşkın süredir Gazze’de devam eden katliamlarına destek mahiyetinde gördükleri bu sponsorluğu geri çekmesini istedi hem de İsrail hükümetiyle Google ve Amazon arasında gerçekleşen 1.2 milyar dolarlık “Nimbus Projesi” anlaşması protesto edildi. Nedir bu Nimbus Projesi? Google ve Amazon imza attıkları bu projeyle İsrail hükümetinin kendi bulut hizmetlerine erişmesine izin vermiş oluyor. Böylelikle Filistinlilerin daha fazla gözetlenmesinin ve yasa dışı bir şekilde verilerinin toplanmasının önü açılmış oluyor.
Konferans sırasında bir mühendis bu projenin yaratacağı tehlikelere karşı dimdik ayakta durarak, “Soykırıma da gözetlenmeye de imkan tanıyan bir teknoloji geliştirmeyi reddediyorum” dedi. İşte o mühendis “sunum yapan iş arkadaşının konuşmasını bölerek, şirketin desteklediği resmi bir etkinliğe müdahale etmek” suçundan işten atıldı. Google The Verge’e yaptığı açıklamada, “Konu ne olursa olsun davranışı doğru değildi ve politikalarımızı ihlal ettiği için işine son verildi” dendi. Görünüşe göre Google için mühendisin parmak bastığı, her gün biraz daha sayısı artan ölü sayısındansa “politikası” daha ağır basıyor. Nimbus Projesi’ne karşı çıkan No Tech For Apartheid adındaki kuruluş, cuma günü yaptığı açıklamada, “Google’ın amacı açık: Şirket, ahlaki hatalarını gizlemek için çalışanları susturmaya çalışıyor” dedi. Bu arada videoda mühendis “soykırım”dan bahsettiği anda sızlananlar çok daha büyük sıkıntı ama onlara bir yaptırım yok gibi…