Sibergöz-39 operasyonunda 120 milyonluk para hareketi
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi çeşitli AKP hükümetlerine epey bakan verdi: İçişleri bakanları Efkan Ala, Selami Altınok, Ali Yerlikaya (şimdiki bakan), maliye bakanları Naci Ağbal, Nureddin Nebati. Bunlardan Naci Ağbal ve Ali Yerlikaya ile aynı sınıftaydım.
Ege’de kısa bir tatil yaptığım için gündemi takip etmeyi birkaç günlüğüne de olsa bıraktım. Sabahın erken bir saatinde kıpırtısız denize, ufuktaki balıkçı teknelerine, yakındaki havalimanına doğru alçalan uçaklara ve biraz ileride, kumsaldaki şezlongun üzerinde uyuklayan kediye bakarak kendi geçmişimi düşünüyorum.
Ben İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum. Üniversiteye bir varoluşçu olarak gelmiştim. Lisede Sartre ve Camus’nun belli başlı bütün kitaplarını okuyup bitirmiş, hayatın saçma olduğuna karar vermiştim. Hayat saçma olduğuna göre mühendis, doktor olmak gibi dünyevi hırsların peşine düşmenin anlamı yoktu. Akıntıya kapılmak yerine özgürce yapacağım tercihlerle kendi hayatımı kuracaktım…
Üniversitede ilk tanıştığım devrimciler oldu. Onlardan bunların “küçük burjuva gevezeliği” olduğunu öğrenmem fazla sürmedi. İnsan toplumsal bir varlıktı, ya hep beraber kurtulacaktık ya da hep beraber yok olacaktık, dediklerine göre.
Ortaokul ve liseyi İstanbul’da steril okullarda okumuştum. Ne bir devrimci tanımıştım ne bir tarikatçı ne de bir İslamcı. Lisede sosyalist ya da ülkücü olduğunu söyleyen birkaç kişi vardı ama herhangi bir faaliyet yürüttükleri yoktu. Sosyalistlikleri, ülkücülükleri birer kartvizitten ibaretti. 1980 darbesinin etkilerinin hâlâ sürdüğü günlerdi, lisede siyasi faaliyette bulunmak cesaret isterdi. Büyük kentlerde çok fazla olay olmuyordu.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmek benim için adeta bir kıtadan ayrılıp başka bir kıtaya gitmek gibi oldu. Devrimciler, İslamcılar, “Büyük Doğu”cular (Necip Fazıl Kısakürekçiler), ülkücüler, Nakşibendiler, Fethullahçılar, Süleymancılar, “Yurtseverler” (Kürt milliyetçileri o zamanlar kendilerini böyle adlandırıyordu)… Küçük dünyamdan çıkmış, “Türkiye gerçeğine” balıklama atlamıştım.
Evet, epey devrimci vardı ama İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (İÜ SBF) asıl olarak sağ siyasetin türlü kolları tarafından tıka basa doldurulmuştu.
Sonraki yıllarda bunun bilinçli bir politika olduğunu, kaymakam veya müfettiş vb. olarak devlette yükselmek kolay olduğu ve bu arada Mülkiye’ye nüfuz edemedikleri için İslami grupların İÜ SBF’yi özellikle tercih ettiğini söyleyenler oldu ama bir kanıt olmadığı için kesin bir kanaate varamıyorum. Yine de bir şey kesindi: Ortada bir tane bile varoluşçu olmaması bir yana apolitik denecek öğrencilerin sayısı bile çok sınırlıydı. Gençlerin yüzde 80’i aşırı politikti. Ortalık Necip Fazıl Kısakürek, Ali Şeriati, Salih Mirzabeyoğlu vs.’nin kitaplarından geçilmiyordu.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi çeşitli AKP hükümetlerine epey bakan verdi: İçişleri bakanları Efkan Ala, Selami Altınok, Ali Yerlikaya (şimdiki bakan), maliye bakanları Naci Ağbal, Nureddin Nebati. Bunlardan Naci Ağbal ve Ali Yerlikaya ile aynı sınıftaydım.
Benim ne yaptığıma birazdan döneceğim ama okul arkadaşlarımdan bazılarını kızdırmak pahasına otuz yılda oluşan bir kanaatimi paylaşmak istiyorum.
Üniversiteye gelmeden önce okuduğum okullardan biri de İstanbul Erkek Lisesi’ydi. Sınavlara çalışmak yerine etütlerde roman okuduğum için İstanbul Erkek Lisesi’nde tutunamadım ve lise ikide ayrılıp Etiler Lisesi’ne geçtim. İstanbul Erkek’te okuduğum sınıfın yarıdan fazlası Çapa ve Cerrahpaşa tıp fakültelerine girdi. Yani doktor oldu. Daha azı bilgisayar mühendisliğini, endüstri mühendisliğini tercih etti. Devlete kaymakam, vali, müfettiş olan? Hiç yoktu. Olmak isteyen var mıydı ki? Bir kişinin bile böyle bir hayal kurduğunu hatırlamıyorum.
O gün de, bugün de Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri bu bence: Kuşaklarının en çalışkan, en başarılı öğrencileri on yıllar boyunca doktorluğu, endüstri mühendisliğini, devleti yönetmeye tercih ettiler. Bugünse liseyi bitirir bitirmez arkalarına bakmadan Türkiye’den kaçıyorlar.
Oysa yönetici kalitesinin bir kurumun iyi yönetilmesiyle çok yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Bunu Japonya’nın, Güney Kore’nin tarihinden biliyoruz. Türkiye’nin kendi geçmişinden ve bugününden, mesela Koç Holding’in çok iyi yönetiliyor olmasının başında seçkin yöneticiler olmasından kaynaklandığını biliyoruz.
İstanbul Erkek, Kadıköy Maarif, Galatasaray gibi okulların öğrencilerini kendisinden uzak tutan devlet, kapılarını solculara da kapatmıştı. Ne kadar bilgili ne kadar kabiliyetli olursa olsun, eğer geçmişinde solculuk varsa kaymakam, müfettiş olmalarına izin vermedi.
Sadece solcular mı? Bizim sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri, kaymakamlık sınavını kazandığı halde sırf Alevi olduğu için güvenlik soruşturması aşamasında, Anadolu’daki köyüne gelen polisin verdiği raporla elendi.
Apolitik öğrenciler başlarda kaymakamlığa, müfettişliğe kabul ediliyordu. Ama AKP iktidara geldikten bir süre sonra onların da önü kesildi.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti devletinin yönetim kadrolarına giden yol sadece İslamcı, ülkücü veya koyu muhafazakarlara açık kaldı.
Bir şirket böyle bir insan kaynağı politikası izlese bir süre sonra yönetim zafiyeti yaşamaya başlar, değişmemekte ısrar ederse batar; biliyorsunuz değil mi?
Varoluşçu Barış Soydan’a gelince… Üniversitede öğrenci eylemlerine katıldım, birkaç kez gözaltına alındım. Bu nedenle 1990’lu yıllarda pasaport alamadım.
Görünürde pasaport almamın önünde hiçbir engel yoktu. Ama ne zaman başvuru yapsam “Sakıncalılar masası” olarak bilinen “Masa 3”e yönlendiriliyor, aylarca sonuç alamıyordum. Kendi kurumlarının kapılarını bana kapatan devlet yurtdışına çıkışımı da engellemişti.
Hayalim yurtdışına giderek sosyal bilimler alanında akademisyen olmaktı. İngiltere’deki Lancaster Üniversitesi’nden master için kabul de almıştım. Ama pasaport alamadığım için gidemedim. Ağlayacak, sızlayacak değilim, her işte bir hayır var deyip geçelim.
Bu devlet için iki tür vatandaş var: Makbul vatandaşlar, makbul olmayan vatandaşlar.
Bugün geldiğimiz noktada makbul vatandaşlık hakkı sadece mukaddesatçı, İslamcı, ülkücü olanlara tanınan bir imtiyaza dönüştü.
Böyle bir insan kaynağı politikasıyla Türkiye’nin zengin ülkeler arasına katılması mümkün değildi.
Hâlâ değil.