Haftanın kitabı – ‘Şilili Şair’: Şiire övgü
Iris Murdoch kimilerine göre İngiltere’nin 'en akıllı kadını'ydı. Edebiyat kariyerine 26 roman, altı tiyatro oyunu, iki şiir kitabı sığdırdı. Yazarın dördüncü romanı 'Çan', iyiliğe, iyi yaşama, güce, zulme ve dine dair bir kitap.
Romancı, oyun yazarı, şair, denemeci, felsefeci ve senaryo yazarı Iris Murdoch, kariyerinin dördüncü romanı ‘Çan’da (1958) ahlakın, sanatın, cinsiyetin, dinin hayatımızdaki rolünü sorgulayan bir hikaye anlatıyor. “İyiliğe, iyi yaşama, güce, zulme ve dine dair bir roman. Aynı zamanda komik, hüzünlü ve dokunaklı…”
1919 yılında İrlanda’da doğan Murdoch, Chiswick’te büyüdü. İlk ve orta eğitimi burada tamamladıktan sonra 1938’de İngiliz dili ve edebiyatı okumak amacıyla Oxford’daki Somerville Koleji’ne gitti. Ancak felsefeye ilgisi baskın çıktı. 1942’de felsefe bölümünden onur derecesi ile mezun oldu. Lisansüstü eğitimini ise Cambridge’deki Newnham Koleji’nde tamamladı. Yeniden Oxford’a söndü ve St Anne’s College’da felsefe dersleri verdi.
Bu sıralarda gerek felsefi gerek edebi alanda yazmaya da başlamıştı. 1954 yılında ‘Ağ’ isimli romanıyla başladığı edebiyat kariyerine 26 roman, altı tiyatro oyunu, iki şiir kitabı sığdırdı. Bunun yanı sıra felsefi çalışmaları, özellikle ‘iyi’ye yönelik arayışı 70’li yıllarda büyük etki yaratttı. Siyasi ve felsefi etkinlikleriyle Simone de Beauvoir ile mukayese edilen Murdoch -kimilerine göre İngiltere’nin ‘en akıllı kadını’ydı. 1995 yılında son romanı ‘Jackson’ın İkilemi’ni yayımlayan Iris Murdoch’a 1997’de Alzheimer hastalığı teşhisi kondu. Bu sıra dışı kadın 1999’da Oxford’da hayata veda etti.
Bir yaz sonunda, İngiltere kırsalındaki Imber Manastırı’nda geçen hikayede çok sayıda karakter -karmaşık bir ilişkiler ağı içerisinde- boy gösteriyor. Manastırdaki dini cemaatin lideri Michael Meade, söz konusu karmaşık ilişkiler ağını izlememize aracılık eden karakterlerden ilki. En büyük hayali olan rahiplik görevine cinsel eğilimleri nedeniyle kavuşamamış ancak sonrasında ailesinin sahip olduğu arazideki bu manastıra atanmış. Bu atamanın arka planında onun manastırı doğrudan kiliseye bağlı olmayan ama modern dünyadan da uzak durmak isteyen insanları kucaklayan bir ev haline getirmek isteği var. Sonuçta manastırda ve arazide gündelik işlerde çalışan sıradan insanlarla rahiplerin ve rahibelerin birlikte yaşadıkları bir yaşam alanı kurmayı başarmışlar.
Geçen bir yılda planın yolunda gittiğini ve Imber Manastırı’nda huzurlu bir hayatın sürdüğünü biliyoruz. Ta ki dışarıdan yeni insanlar – Dora Greenfield ve Toby Gashe- gelene kadar…
Alt orta sınıf bir ailenin kızı olan Dora, güzel sanatlar eğitimi almasına rağmen kültürel ve entelektüel olarak yetersiz bir kadın. Güzel, çekici ve havai. Bu özellikleri sayesinde kendisinden yaşlı ve varlıklı bir adamla evlenmiş ama yine bu özellikleri nedeniyle evlilikleri iyi gitmemiş. Zira sanat tarihçisi olan kocası Paul Greenfield, karısını kontrol altında tutmak isteyen, zaman zaman öfke patlamaları geçiren, Dora’nın yetersizliklerini yüzüne vurmaktan zevk duyan bir adam. Dora, bu bunaltıcı evliliğe tahammül edemeyip evi terketmesine rağmen kendi başına ayakta duramayınca, yenik bir ruh haliyle geri dönmeye karar veriyor. Ne var ki o sıralarda Paul Greenfield Imber Manastırı hakkında akademik bir araştırma gezisinde. Dora da hiç istememesine rağmen Paul’a katılmak zorunda.
Üçüncü merkezi karakter Toby ise gönüllü olarak katılıyor manastırdaki topluluğa. Oxford’a kabul edilmiş bir genç olan Toby, mühendislik eğitimine başlamadan önce geçireceği son yaz mevsiminde manastırdaki saf yaşam tarzını deneyimleme niyetinde.
Hikayede önemli bir rol oynayan manastır tarihine de kısaca değinmekte fayda var. Manastırın orijinal çanı, çok yıllar önce, bir rahibenin cinsel yasakları çiğnemesi nedeniyle yakınlardaki göle düşmüş ve Cebrail isimli çan bir daha asla bulunamamış. Rahibe ise aynı gölde intihar etmiş. Paul işte bu efsanelerin peşinde.
Dora ve Toby cemaat hayatına katıldıkları sırada Imber Manastırı da yeni gelecek çan için hazırlık yapıyor. Ancak hayat ve cinsellik dolu bu iki genç insanın ortaya çıkması topluluğun dengesini bozuyor. Özellikle de Toby’de gençlik aşkının yansımasını bulan Michael, yanlış bir adım atmanın eşiğinde. Günler ilerledikçe manastırı karmaşık bir ilişkiler ağı sarmalayacak ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır…
‘Çan’ın ağır ağır gelişen yoğun dramatik olaylara ve kişisel çatışmalara dayalı hikayesinin beklenmedik şekilde heyecanlı olduğunu söyleyebilirim. Murdoch, hiç de heyecanlı bir tarafı olmayan sıradan olayları, aşk üçgenlerini, kadın-erkek ilişkilerindeki sorunları neredeyse gerilimli bir hikayeye dönüştürmek konusundaki ustalığını diğer romanlarında da –mesela ‘Deniz ve Deniz’de- göstermişti. İlk dönem eserleri arasında kuşkusuz ki en başarılı olanı ‘Çan’da insani ilişkilerin yanı sıra manastırın mitolojisini ve atmosferini de kullanarak gerilimi daha da arttırmış. Ancak üzerinde durmak istediği asıl meseleler roman karakterlerinin düşünce ve duygularına nüfuz ederek ahlaki bir tartışmaya zemin hazırlamak.
Romanın yayımlandığı dönemde -50’li yılların sonlarında- toplumun cinselliğe, hele ki eşcinselliğe bakışındaki muhafazakarlık göz önüne alındığında, bu temanın söz konusu tartışma için çok verimli bir kaynak olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Murdoch, inanç ve şüpheyi, aşk ve cinselliği birbirine bağlayarak kaynakları sonuna kadar kullanıyor. Kitabın girişinde yer alan kapsamlı inceleme yazısında A. S. Byatt, bu durumu çok iyi analiz etmiş;
“Çan’, dine ve cinselliğe ve bu ikisi arasındaki ilişkiye dair bir roman. Murdoch’un bir romancı olarak en güçlü yanlarından biri de cinsel dürtüyü tüm o enfes, alçaltıcı, kafa karıştırıcı ve kararlı karmaşıklığı içinde nakletme becerisi. Cinsellik dünyanın gerçek olma halinin bir parçası, aynı zamanda da insan psişesinin saklı işleyişinin bir bölümü. ‘Çan’da cinselliğin Nick’te, Michael’da, Toby’de, Paul’de ve Dora’da resmedilişi hem absürt ve rezilce hem de isabetli ve gerçekten öngörülemezdir. Giderek daha rezil ve hazin bir hal alır zira suyun karşısındaki iktidar merkezine, Catherine’in girmek üzere olduğu manastıra karşı yaşanır. Cinsellik, kendini inkâr idealine hücum eder.”
Edebiyatçılığı kadar felsefeci kimliği ile de tanınan Murdoch, romanlarını platonik diyaloglar olarak kullanan bir yazardı. ‘Adalet, dürüstlük ve tevazu gibi ahlaki düşüncenin tam merkezindeki kavramların doğasını en çok sanatsal bağlamda net haliyle görürüz’ fikriyatından hareketle, hemen her romanında felsefeci yanını ortaya koyan karmaşık ahlaki sorulara yer vermiştir.
Roman kişilerinin talepleri, arzuları ve umutları üzerinden, felsefenin temel sorunlarını tartışmaya açması ise kendi gerçeğini ve ‘iyi’sini aramak isteğindendir. Ahlakın kavramlara –aşka, cinselliğe, eşcinselliğe, kötüye ve özellikle ‘iyi’ye- yaklaşımını değerlendirmeye, onları yeniden adlandırmaya ve korkusuzca tartışmaya çalışır. Elbette edebiyatın araçlarıyla, karakterlerin diyalogları ve iç hesaplaşmalarıyla yapar bunu. Ahlakı en çok ciddiye alan ve inançlı bir insan olan Michael Meade’nin ‘sapkınlık’la damgalanmış cinselliğine ilişkin hesaplaşmaları bilhassa yakıcıdır. Üçüncü tekil şahıs bakış açısı tekniği ile kaleme alınan “Çan”da, zaman zaman anlatıcının açıklamaları da girer devreye. Son çözümde “her şey ortak noktada buluşur. Bir uyum, bir denge söz konusudur; fikirler hem güçlü hem de ete kemiğe bürünmüş bir haldedir”.
Ahlaki tartışmaları bir yana bıraktığımızda, kişileri, olay örgüsü, hikayesi ve mekan tasvirleriyle de çok tatmin edici bir roman çıkıyor karşımıza. Romanın ilk bölümlerinde manastırın geçmişindeki trajik olaylar –rahibenin günahı ve intiharı, gölün derinlerinde yatan kutsal çan- anlatıldığında bunların sonraki bölümlerde roman kahramanlarının kaderlerini etkileyeceği sezdirilmiş. Böylelikle okuyucuyu hikaye boyunca süren bir beklenti içine sokuyor Murdoch. Kuşkusuz trajedilerden ödünç alınmış bir biçim. Beklentiler de karşılıksız çıkmıyor ama Shakespeare’in trajedi biçiminde işleyeceği konular Murdoch’ın elinde traji komiğe dönüşmüş. Bir yanıyla komik ama güldürmekten ziyade içinizi acıtacak türden bir mizah.
‘Çan’ İris Murdoch’un romanları arasında öne çıkanlardan bir tanesi. Böyle bir roman ve böyle bir yazar hakkında elbette çok daha fazla söz söylenebilir. Ancak daha fazla uzatmadan A.S. Byatt’an bir alıntıyla özetliyorum:
“Çan’ın bir fikir romanı olduğunu söylemek onu yanlış tariflemek olur. Murdoch’un bitmez tükenmez zihin meşguliyetlerinden biri de fiziki ve manevi dünyanın; sanatta, söylemde çözümlenebileceğinden daha karmaşık biçimde tasvir edilebilen çetrefilli, tümüyle tarif edilebilir olmayan ‘gerçekliği’ydi. ‘Çan’ın; fikirleri olan, düşünen, dürtüleri ve duyguları kadar düşünceleri de hayatlarını değiştiren insanlar hakkında bir roman olduğunu söylemek daha uygun düşer. ‘Çan’; iyiliğe, iyi yaşama, güce, zulme ve dine dair bir romandır. Aynı zamanda komik, hüzünlü ve dokunaklıdır da.”