Haftanın oyunu – III. Richard: Hanginiz masum ki?
Aksel Bonfil’in yazıp yönettiği ‘Eksik’, iddiasını içtenlikle aktardığı öyküsünde ve zekice kurulmuş mizahında taşıyor. Birbirine de hayata da tutunamamış bir baba-oğul öyküsü...
Datça’daki evine kapanıp oğlu da dahil olmak üzere hayattan elini eteğini çekmiş, ilk bakışta sorumsuz kılıklı bir baba. O babaya, çok yüksek bir öfke biriktirmiş olan, kendi kırgınlıkları ve yapamadıklarıyla dolup taşan bir oğul. Ve bu oğula eşlik eden bir sevgili.
Aksel Bonfil’in yazp yönettiği ‘Eksik’ bu üç karakteri zaruri bir sebeple bir araya getirip köklenmiş ve henüz taze olan yaraları deşiyor. Baba-oğul arasında senelerdir, kadınla adam arasında da bir süredir konuşulmayanları önümüze sererken bize beklenmedik bir hikâye anlatma iddiasında bulunmuyor. Ama hayatın pek çok köşesine sakince dokunan, temelde baba-oğul öyküsü diyebileceğimiz anlatısını o kadar sakin, samimi ve gösterişten uzak bir dille anlatıyor ki…
Çıktığımda –bu aralar sahnede ‘şov’ görmekten yorulmuş olmamdan kaynaklansa gerek- “Oh be, tiyatro oyunu izledik!” gibi garip bir duygudaydım.
Aksel Bonfil ile ilk tanışmam; İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında kulak tiyatrosu formunda hazırlanan oyunu ‘Varlık’la olmuştu. ‘Varlık’, meselesini çok doğrudan bir yerden anlatmasıyla kalmıştı zihnimde. Yazarlık açısından baktığımda, ‘Eksik’te çok çok daha fazlasını buldum.
Dallanıp budaklanmaya ihtiyaç duymayarak kendi içinde derinleşen küçük bir hikâye, güncel, çok akıcı bir dil, sekmeyen bir diyalog akışı… Ama galiba en sevdiğim; seyirciyi ‘gıdıklamaya kalkmadan’, zorlamadan güldüren, zekice yazılmış ama bilmişlik de taslamayan, samimi mizah tonu oldu…
Bağ kuramamış bir baba-oğulun öyküsünün ajitasyondan, ağdalı bir dramdan uzak bir dille anlatılması da iyi geldi. Aynı zamanda oyuncu olan Bonfil’in pek çok dizi senaryosunda da imzası var. ‘Eksik’in beni beklemediğim ölçüde içine çeken dilinde senaryo yazma pratiğinin de etkisi olsa gerek.
Dizi referansı yanlış anlaşılma yaratmasın, klasik anlamda bir tiyatro metni ve kurgusu var karşımızda. Berçin Mayruk’un hazırladığı çerçeve tasarımla, babanın Datça’da kendini kapattığı çiftlik evinin iç ve dış mekânlarında geçiyor üçlü arasındaki karşılaşmanın anları.
Annesinin geçirdiği trafik kazası haberini vermek üzere, bir gece körü, sevgilisi Derya (Hande Doğandemir) ile birlikte, babası Kartal’ın (Levent Can) evine gelir Metin (Erdem Kaynarca). Arada Akyaka’dan yanına uğrayıp beraber ‘takıldığı’ gençleri saymazsak, burada, vaktiyle göçük altından çıkardığı köpeği Zigon ile baş başa bir adam olarak çıkar karşımıza Kartal. Kafası dumanlı, dalgacı ve oğlunun hayatından fena halde bihaber bir adam olarak…
Metin’le ise babasının gevşek tavırlarına taban tabana zıt bir asabiyetle donanmış genç bir adam olarak karşılaşırız. Sürekli yüksek perdeden çıkışan, her cümlesiyle, her bakışıyla babasının tavrını, seçimlerini, şimdi ve dün yaptıklarını suçlayan, öfkeli bir genç adam olarak.
Derya ikili arasında emniyet sübabı olmak üzere orada gibidir. Sürekli birbirlerini didikleyen baba-oğulu yatıştırmaya çalışan, uzlaşıya davet eden kadın olarak… Dışarıda 120 yılın en sıcak günü yaşanırken içerideki üçlü arasında da yüksek gerilim hattı çekilmiş gibidir.
Akışta ara ara sarkmalar olsa da genel bir ritim tutturmayı başaran bir oyun ‘Eksik’. Sarkma hissi, hikâyenin ya da metnin kendisinden çok oyunculuklardaki denge sıkıntısından kaynaklanıyor. Levent Can ilk andan itibaren karakterini net bir şekilde oturtmuş, kendinden emin bir performans sergiliyor. Erdem Kaynarca ise başlarda neredeyse hiç dalgalanmayan, aynı seviyede, stabil süren, bir süre sonra ikna ediciliğini yitiren bir öfkeyle oynuyor. Neyse ki seyirciyi en yükselten kısımdaki performansıyla birlikte oyunda çok çok daha doyurucu bir şekilde yerini alıyor Kaynarca.
Hande Doğandemir ise maalesef oynamaktan daha çok, görünüyor sahnede. Oyunculukların birbirine ve hikâyeye daha çok geçmesi için yönetmenin reji gözünü biraz daha çalıştırması gerekiyor. Bu arada performanslardan bağımsız, Levent Can ile Erdem Kaynarca, yüz hatlarının benzerlikleriyle epey başarılı bir baba-oğul cast’ı olmuş.
Baba-oğulun çözülme yaşadığı ve hikâyeyi topladıkları nokta, kurgu açısından makul ve yerli yerinde. Hikâyeye dair tek şerhim; görünmeyen dördüncü karakter diyebileceğimiz anneye yüklenen ‘suç/sorumluluk’ oldu.
Senelere yayılan bir küslüğe, ayrılıklara, suskunluğa yol açan bu hikâyenin başını, annenin ‘sorumsuzca’ attığı bir adımın çekmesini pek hakkaniyetli bulmadım. Sahnede var olmayan, dolayısıyla kendi ağzından cevap hakkını kullanamayacak bir karakterin eylemlerinin sebebini de duyamıyoruz kendisinden çünkü. Babanın ve oğlanın öykülerini, eylemlerinin/hatalarının sebeplerini detaylarıyla dinlemiştik oysa ki…
Oğul Metin her ne kadar komadaki annesini savunmak için küçük bir cümle kursa da bu bendeki eksiklik hissini gidermiyor. Anne sadece oyun zamanı içinde değil, aile tarihi içinde de komaya mahkûm edilmiş gibi. ‘Eksik’in naif ve sıcak tonlu öyküsünü, sıkça ve tatlı tatlı güldüren dilini en güzel bütünleyen parçalardan biri Tayfun Karatekin’in enfes şarkıları olmuş. Oyunun dokusuna usulca bir zarafetle yerleşmiş.
Karatekin’in vokali, müziği ve sözleri. ‘Kim silecek bu yaşları’ şarkısındaki soruya yanıtını verip hikâyesini aydınlık ve umutlu bitirmiyor oyun belki ama seyircisini yumuşacık hislerle uğurlamayı başarıyor.
Eksik / Kadar
Yazan ve yöneten: Aksel Bonfil
Oyuncular: Levent Can, Hande Doğandemir, Erdem Kaynarca
Süre: 80 dakika
Ne zaman, nerede: 17 Şubat Cumartesi 20.00’de Watergarden Performans Sanatları Merkezi’nde.