OECD’nin gözünden Türkiye’de eğitim: Okullaşma artıyor, ama fırsat eşitsizliği had safhada
Euro 2024’e genç yetenekler damga vurdu. İspanya tiki takayı restore etti. Onların şampiyonluğa ulaşması oyuna dair umutları taze ve diri tuttu. Türkiye ise turnuvada hoş bir sadâ bıraktı.
Hayatımda izlediğim ilk turnuvayı baz olarak yola çıkarsam, bütün şampiyonaların oyunun tarihine irili ufaklı, büyük küçük izler bırakarak sona erdiğini söylemem mümkün. Benim ilk aşkım da sayılabilecek şenlik ‘Dünya Kupası 74’tü ve 10 yaşında bir çocuk kimliğiyle Hollanda’nın farklı bir oyun sergilediğini anlamış, Cruyff ve arkadaşlarının ortaya koyduğu futbola vurulmuştum. Çok sonraları onların tarzına ‘Total Futbol’ dendiğini fark edecektim. Peşi sıra ‘Euro 76’ ‘Panenka penaltısı’yla, ‘Dünya Kupası 78’ Arjantin’inin şampiyon olmasına rağmen gönlümün Brezilyalı Dirceu ve Nelinho’ya kaymasıyla, ‘Euro 80’ Hrubesh’in unutulmaz kafa golleriyle, ‘Dünya Kupası 82’ Socrates’li, Zico’lu, Eder’li, Falcao’lu kadrosuyla belki de bütün zamanların en güzel takımı unvanını hak eden Brezilya’yla ve unutulmaz golcü Paolo Rossi’yle, ‘Euro 84’ Platini öncülüğündeki Fransa’yla, ‘Dünya Kupası 86’ elbette Maradona’yla vs. zihnimde yer edecekti… Bütün bu derin izler sadece benim değil o turnuvalara tanıklık eden herkesi içine alan geniş bir çemberin parçalarıydı.
Demem o ki her bir şampiyonanın öne çıkan yanları vardı ve bazen bu yanlar farklı ekollere, yeni anlayışlarına, oyunun gidişatını yön verirdi. Peki bu akışta geçen hafta sona eren ‘Euro 2024’ arkasında nasıl bir tortu bıraktı dersiniz? Hatırlanacağı gibi gruplar aşamasında gollü geçen maçlar kimileri tarafından “Hayatımda izlediğim en iyi turnuva” türünden yargıların öne çıkmasına kapı araladı. Doğrusu bu türden ‘iddialı’ tanımlamalara her daim mesafeli baktım. Nitekim süreç ilerlediğinde, özellikle İngiltere ve Fransa’nın eldeki kadrolara göre oynadığı sıkıcı futbol ve bu anlayışlarındaki ısrara karşın birinin finale, diğerinin de yarı finale kadar uzanması karşımızda pek de o kadar ‘iyi’ ya da ‘güzel’ bir turnuva olmadığını gösterdi. Öte yandan Allahtan İspanya vardı terazinin hoşluk, güzellik, olumlu tarafında ve onların ‘Mutlu son’a ulaşması oyuna dair umutları taze ve diri tuttu.
Mesele sadece şampiyon ya da diğer finalist üzerinden okunmadığında ve genel bir çerçeveyle ele alındığında modern futbolun günümüzde geldiği yerin de hafiften tartışılmaya açıldığı bir organizasyon oldu ‘Euro 2024’. Çünkü başta Pep Guardiola’nın dokunuşlarıyla birlikte son derece mekanikleşen, kazanmaya yönelik oyun anlayışı, futbolcuyu her an bir görev unsuruna dönüştüren yaklaşım, sahadaki özgürlükleri kısıtlayan taktik varyasyonlar, yeteneğin geriye çekildiği ve stratejilerin öne çıktığı bir iklim, biz futbol dilencilerini sanırım oyundan daha az zevk alır hale getirmişti. Bu açıdan genç ve potansiyellerini ortaya koyan isimler hemen gönüllerde yer edindi; somuta dökersek Lamine Yamal, Nico Williams ve Arda Güler vs. bu grubun elebaşları olarak öne çıktı.
Dün bu yazıyı henüz yazmadan gündüz saatlerindeki bir dost toplantısında eski şefim ve dostum Yiğiter (Uluğ) İspanya’nın oyun planını ve başarısını şöyle açıkladı mesela: “Yıllardır güçlü orta sahalarıyla ve tiki takalarıyla dikkat çekiyor, sonuca gidiyorlardı. Xavi, Iniesta, Busquet’lerle tutuyorlardı oyunu. Bu kez son derece hızlı bir stile sahip, yeni keşif sayılabilecek iki gençle geldiler turnuvaya, kanatları devreye soktular ve tiki takaya başka işlev, güzellik kazandırdılar, sonuca da gitmeyi bildiler.” Her noktasına katıldığım bu görüş, oyunun hafızasına ve tarihine de yeni bir soluk, heyecan ve strateji de kazandırmıştı…
Tablonun diğer güzellik basamaklarında ise Türkiye gibi sahada öngörülemez bir oyun ortaya koyan bir takım da vardı örneğin. Kazanabilir ve kaybedebilir; iki uca da yakın, tahminlerin ötesinde bir yapıya sahip ve oynadığı her maçta heyecan, dinamizm sunan ve keyif veren bir görüntünün muhatabı… Turnuva boyunca kaleme aldığım metinlerde her daim belirttiğim gibi Türk Milli Takımı henüz gerçek ruh ve bedenini bulamamış bir yapıdaydı ve bu turnuva onlar için bir tür ‘staj’dı. Takım umut vaat ediyordu ama kendisinin ait olduğu toplum ve onun futboldaki yansıması olan unsurlar her zamanki gibi sabırsızdı. Böylelikle gruptan çıkmaları bile başarı sayılacakken biraz da ‘arsızca’ bir hissiyatla birdenbire son derece uç bir talebin (‘Şampiyon olun’) ifadesine dönüştüler. Ama nihayetinde taraflı tarafsız her kesim beğenisini kazandılar ve oynadıkları her mücadele ilgi, alaka gördü, takdir edildiler, turnuvada hoş bir sadâ bıraktılar… Bana kalırsa üç maçlık bir serüvenin ardından evlerine dönen Arnavutluk da benzer şekilde gönüllerde kendisine yer bulan takımlardan biriydi.
Peki İspanya’nın oynadığı futbol kimilerine ilham verecek mi ya da sıkıcı denklemlere boğulmuş oyun anlayışları bu turnuvanın ardından rafa kalkacak mı? Topa sahip olmak adına ileriye gidip rakibin kendini kapatmasıyla birlikte geriye dönüp oyunu tekrar savunmadan kuran mantalite güzellik katmak adına kendi öğretilerine veda edecek mi? Tabii ki hiç biri olmayacak. Yine kazanma odaklı oyunlara şahit olacağız. Milyonlarca Euro yatırılmış takımlar, sistemin ayakta durması ve kendi hedeflerinin gerçekleşmesi adına risksiz oyun planlarına devam edecek. Ama genç yeteneklerin ve İspanya’nın geride bıraktığı özel tatlar, 2024 yazının güzelliklerinden biri olarak zihinlerdeki yerini alacak ve gelecekte de ‘Euro 2024’ bu reflekslerle anılacak. Benim ‘Dünya Kupası 74’le birlikte oyunu daha çok sevmemi sağlayan Cruyff ve arkadaşlarının kuşağıma yaptığı etkiyi sanırım Yamal, Williams, Güler, Olmo gibi isimler şimdiki nesillerinin zihinlerini yapmış olacak. Meseleye bu coğrafyadan bakıldığında ise Arda Güler’le birlikte Barış Alper Yılmaz, Ferdi Kadıoğlu ve de özellikle o muhteşem kurtarışıyla Mert Günok, yeni rol modelleri olarak çoktan öne çıktılar bile…
Meseleyi evrensel bir refleksle ele alırsak bu kadar endüstriyelleşmiş bir oyunda bütün bu dokunuşlar “Bunlara da şükür” dedirtiyor elbet…