Hayatımın ve kariyerimin en güzel yıllarını geçirdiğim şehir

İnsanın sevdiği bir şehir olur mu, yoksa her gittiği şehirde sevecek bir şey bulur mu? Ben sevmezsem sevmem, zorlamam kendimi sevmek için. Sevmesem kalamazdım 12 yıl.

16 Mayıs 2024

10 sene sonra tekrar, yıllarca her gün geçtiğim yollardan bir kez daha geçiyorum. Tanıdığım binalara bakarken yüzümün gülümsediğini hissediyorum. “Çok değişmiş mi” diye sorarlarsa ne diyeceğimi kafamda formüle etmeye çalışıyorum. Değişmemiş gibi ama çok değişmiş ve değişen aslında gördüklerim değil, hissettiklerim. Hem daha dün, hem de ilk defa gelmiş gibi tanıyorum ama tanımaktan vazgeçmiş gibiyim. Telefonumu çıkarıp giden arabanın camından fotoğraflar çekiyorum, hâlâ yerinde mi diye gözlerim giden arabadan sevdiğim dükkanları arıyor. Hafta sonları taze ekmek aldığımız fırın, elle boyama ile yapılan porselen fincan dükkanı, yine Tverskaya’daki en sevdiğimiz ve müze gibi severek gezdiğimiz Sovyet tasarımlı gıda marketi yerli yerinde.

İsim ve tabelaları değişenler de var ama görkemli binalar ve heykeller ayakta kaldığı müddetçe çok büyük değişim varmış gibi gelmiyor gözüme. Ama sokaklardaki cıvıltı, metro çıkışlarındaki satıcılar, renkli kıyafetli gençler, koşuşturanlar ve kafe önünde takılanlar ortalıkta gözükmüyor. Yanlış günde gelmiş olabilirim, “bayram tatili haftası” diyorum kendime sessizce. Üstelik hava da soğuk, ısınınca caddeler dolar yine eskisi gibi.

“Özlemiyor musun?” diye sorduklarında “Hayır” diyerek cevap vermiştim hep. Oysa hayatımın ve kariyerimin en güzel dönemini geçirdiğim şehir burası. Her görüşmede veya podcastte bana sorulan soruları cevaplarken, içine mutlaka buralardan bir iki anı veya hikaye katmadan bitiremediğim şehir.

İş teklifi gelip de 2-3 günlüğüne gitmek için “Evet” diyene kadar da “Belki bir daha hiç gelmem” demiştim. “Toplantıyı Baykal Gölü kıyısında yaparız, ne dersiniz” dediklerinde ise teslim olmuştum.

Daha önce iki defa Irkutsk şehri tarafından görme şansı gördüğüm dev ve davetkar Baykal’ın çağrısına hayır diyemezdim.

Üstelik beş saatlik iki uçak yolculuğu arkasından üç saatlik araba yolculuğunu dahi göze alarak. Önce İstanbul’dan Moskova’ya 4.5 saatlik bir yolculuk. Sonra havaalanı değiştirmek için yaklaşık iki saate yakın karayolu yolculuğu.

İstanbul’da çok erken bir saatte havaalanına gidiyorum. Uçağın kapısında yaka kartında adı Dmitri yazan uçuş görevlisi elimdeki pasaportumu gördükten sonra bana “Merhaba” diyor. Ben de ona “Merhaba Dmitri” diyorum. Bu merhaba bana iyi geliyor.

Çok alışık değilim Rusların Türkçe konuşmasına, İstanbul’da bile olsa. Havada izlemek için çok uzun zamandır kızımın önerdiği Anatomy of Fall’ı seçiyorum. Uçakta film listesinden neredeyse tüm İngilizce filmler kalkmış, Rusça ve ağırlıkla Fransızca filmler var, az sayıda Fellini filmi, onlar da İtalyanca.

Yine de kararlıyım “Bir Düşüşün Anatomisi”ni izlemeye. Basıyorum düğmeye, başrol oyuncusu Sandra Hüller Alman bir oyuncu olduğu için onun konuştuğu ve ağırlıklı onun oynadığı sahne bölümleri İngilizce, filmi gözümü kırpmadan seyrediyorum. Bu kadın rol yapmıyor, gerçek hayatta da o Fransız adamla evli bir yazar olmalı. Daniel adındaki oğlu ve köpeği de gerçek hayatta da oğlu ve köpeği.

Moskova’ya doğru alçalırken heyecanlanıyorum, uçaktan manzarayı hemen tanıyorum, küçük nehirler, güzel yazlık evler yani onların dilinde “daça”lar ve havaalanına doğru tekneler. Ne çok anılarımız var o nehrin kenarında, ne çok hafta sonu geçirdik ailelerimizle. Şirketten arkadaşlar minibüs kiralayıp çoluk çocuk pikniğe giderdik yaz aylarında. Akşamdan etlerin terbiyesi hazırlanır, genelde bu mutfak işleri Ümit’e kalır, biz de afiyetle yerdik. Gün içinde futbol, mangal ve değişik kutlama aktivitelerinde bulunurduk geniş bir aile gibi.

İnsanın sevdiği bir şehir olur mu, yoksa her gittiği şehirde sevecek bir şey bulur mu? Ben sevmezsem sevmem, zorlamam kendimi sevmek için. Sevmesem kalamazdım 12 yıl.

Küçük kızım Sivastopol Hastanesi’nde doğdu, annem babam, arkadaşlarım dostlarım geldi, onlarca defa Nazım’ın mezarını görmeye Novodeviçi Mezarlığı’na gittim, onlarca kez bale, opera, konser izledim.

Kızlarım jimnastik, voleybol okullarına gitti, mahalledeki halk evinde keman çaldılar, tiyatro oynadılar. Rus okullarına gittiler, Gorki Park’ta paten kaydılar. Nehir kenarından ilk tablolarımızı aldık, resmi sevdik. Her program değiştiğinde evimizin karşısındaki sirke gittik. Evet, sirk programı da değişiyor, tiyatro sinema gibi. Kafamız, yapımız, kültürümüz beslendi, değişti, gelişti, biz olduk. İşte tam buradayız.

Moskova’ya ilk gelişimi hatırladım. İnsanın geleceğini, kariyerini birlikte çalıştığı yöneticileri çiziyor. Karşılıklı yaratılan güven ve iş bilgisine saygı duyulan üstler ile hem iş hayatı hem de kariyer gelişimi daha sağlam oluyor. Özellikle değerlerinizde örtüşüyorsa hayat daha da kolay.

Moskova’daki yöneticimle iyi bir ilişkimiz oldu. Onun sakinliği ve yavaşlığı beni daha da hızlandırdı. Denge kurmak önemliydi, o da oldu. Çok güzel anılar biriktirdik, hâlâ da buluşup konuşuyoruz. Şu anda Baykal’a doğru gidecek uçağa binmemi sağlayan işin kontağı da o.

Yöneticilerim konusunda ilk yıllarımda şanslı olduğumu düşünüyorum. İş hayatımın ilk 15 yılında çalıştığım üç yöneticimden ikisi bambaşka özelliklerde ve yetkinliklerde idiler. Biri ise ayrı bir yazı konusu olur ama onu da ben yazmak istemem. Ama birbirimizden öğrendik, farklılıklarımızla birbirimizi tamamladık, işi ve kendimizi ileri taşıdık.

Aramızda rekabet olmadı ama daha iyisi için mücadele hatta büyük tartışmalar vardı, risk alarak yaptığım işlerde hep arkamda durdular. Hakkımda kötü bir şey konuştuklarını da hiç duymadım, hep iyileştirmem gereken özellikleri yüzüme söylediler. Bu da hem sevgi hem saygı yarattı.

Rusya yöneticimle uyumu en iyi hissettiğim dönemdi, saygılı ve anlayışlı bir liderdi. Önünde durmaz, önünü açardı. Biz, kalabalık ve çok farklı bir ekiptik. Takımda iki Rus, beş Türk yöneticiydik. Ama daha çok bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz, bir İtalyan ve bir laz diye başlayan fıkra karakterleri gibiydik.

Genel müdürümüz 11 sene önce işe girdiğimde benimle ilk iş görüşmesini yapan kişiydi. 11 sene sonra yeniden buluştuk, ilk karşılaşmamızda hem ben çok yeniydim hem de onun takımında çok az çalışabilmiştim. Kısacası beraber hiç tecrübemiz yok gibiydi.

Moskova deneyimi ise bambaşka bir deneyime dönüştü. Tüm takım tek hedefe kenetlendi ve herkes birbirine güvendi ve inandı. Hepimize aynı apartmanda daireler tutulmuştu, benim gibi ailesi ile gelenler için oda sayısı bir fazlaydı. Ama tek tip döşenmişlerdi. Bazı geceler takım olarak genel müdürün evinde toplanıp maç seyreder, bazı geceler ise arabalara doluşup Hırvat balıkçısına yemeğe giderdik. Ama yemekte genel müdürün “İş konuşulmayacak” şartına uyarak.

Ama hâlâ diğer uçak için arada 4-5 saat boşluğum var. Son oturduğumuz evi ve mahalleyi görmek ne güzel olur diyorum ve merkeze Svetnoy Bulvar’a gitmeye karar veriyorum.

Şehirde olduğumu yazdığım iki Türk arkadaşımın birinden çok hızlı bir mesaj geliyor: “Biz ekiple yemek pişirme aktivitesindeyiz ve senin birlikte uzun zaman pazarlamada çalıştığın bir arkadaşın da artık bizde çalışıyor, hadi gel seni görürse çok mutlu olur.” Hiç hesapta yokken mesajla gelen adresi şoföre gösteriyorum.

30-40 dakika sonra 1905 Goda Caddesi üzerindeki restorandayım. 2001 yılında işe başladığımda birlikte çalıştığım 4-5 kişilik takımdan Afina ile karşı karşıyayız, sarılıyoruz. Odadaki 30-40 yeni iş arkadaşı hayretle bize bakıyor. Afina gözyaşlarını tutamıyor. Sohbete başlıyoruz, ne işler, ne projeler yaptık beraber. Hatta Rus milli futbol takımının peşinde Japonya’ya dünya kupası grup maçlarına gitmişliğimiz var. Stary Melnik markamızı yıllarca yönettiği için marka ile de bağı kuvvetlidir.

Çocuklarımızın resmini gösteriyoruz birbirbirimize. Şaraplarımızı yudumluyoruz, bir odaya geçip arkadaşlarımızı soruyorum.

Oysa üzerinden sadece 10 yıl geçmiş, herkes başka bir tarafa savrulmuş. En iyi ortak arkadaşımız Lena Londra’da. İkimizin kızları aynı yaşta olduğu için 22 sene önce aynı yuvaya gitmişlerdi. Bir diğer arkadaşımız Amerika’da, diğeri Almanya’da.

Mayısın ortası, hava serin, aniden kar bastırıyor. 4 gün önce 31 derece sıcaklıkta denize girerken şimdi kar yağışı ile baş başayım. İşte böyle sürprizli bir şehir burası.

Üstelik unutmuşum, yarın 9 Mayıs, en önemli bayram. Herkes günü erken bitirip daça’larına doğru yola çıkmış. Acele etmezsem uçağı kaçırabilirim. Veda edip ayrılıyorum.

Yolda dikkatimi yeni binalar çekiyor, şehir dışına doğru binalar yenilenmiş ve sayısı artmış. Demek sadece bizde değil, bu binalar her yerde seviliyor. Belki de aynı müteahhitler yaptığı içindir, şehrin içini binalarla dolduruyorlar, “eski şehir” denen ve her şehrin en güzel bölgesi olan yer küçüldükçe küçülüyor. Dev gökdelenler “eski şehrin” etrafını sarıyor, kuşatıyor. Dışardan görünmez yapıyor.

Hâlâ bize göre daha yeşil, şehir daha planlı. Ama trafik hâlâ bizden kötü, bir saatlik yolu üç saatte geçiyoruz. İnsan yok ama araç çok, anlaması zor bir durum. İnsanlar ya yerin altında metrolarda ya da arabaların içinde. Görünmez olmak ister gibi.

Dönüşte yine Moskova’ya iniyorum, havaalanı değiştireceğim. 3-4 saat vaktim var ve bu sefer şehrin kalbine kadar geliyorum, önce Sadavoya sonra Tverskaya’dayım.

İnsan sayısı az geliyor gözüme, pazar günü olduğu için mi? Eskiden pazar günleri de hareketli olurdu merkez. Yine tertemiz, yine düzenli. Ama insansız olmaz ki.

Moskova’da havaalanı transferlerimde önce Rus, dönüşte ise Kırgız bir arkadaş bana yoldaşlık yapıyor. İlki Leonid, ikinci ise Assan. İkisinin de üç çocuğu var. Muhabbetleri iyi, sormadan anlatıyoruz hikayelerimizi birbirimize. Leo’nun İngilizcesi iyi, Kopanhag’da da yaşamış. O zamanlar ülke aşkı ağır basmış dönmüş. “İnsan kültürünü özlüyormuş” dedi. O kadar tekdüzelik ve hiçbir şeyin değişmemesi beni sıkmıştı. Şimdi ise her şeyin bu kadar hızlı değişmesi beni üzüyor. Assan ise benim nerede yaşadığımı, Türk inşaat şirketi tanıyıp tanımadığımı Ant Yapı’yı, Rönesans şirketinde tanıdık olup olmadığını merak ediyor. Rusya’da 12 yıl çalıştığımı duyunca şaşırıyor, bira işinde olduğumu duyunca da üzülüyor.

Ama ikisi ile de güzel ayrılıyoruz, biri beni Sibirya’ya, diğeri ise evime uğurluyor. Sağ olsunlar, daha zor geçeceğini düşündüğüm bu süreçte sohbetleri ile bana eşlik ettiler.

Şehirden sonunda Domodeyava Havaalanı’na ulaştık. Valizlerimi alıp indim ve doğruca salona geçtim. Birlikte çalışacağımız ekipten bir arkadaş mesaj attı, St. Petersburg’dan yeni inmiş, beraber aynı uçakla Ulan Ude’ye uçacağız.

Harika oldu, böylece şirketi ve ruhunu en azından bütün takımla buluşana kadar tanıma ve anlama şansım olacak. Öncesinde yaptığımız 3-4 Zoom’la anlayabildiklerim çok kısıtlı.

Artık anladım, yeni insan tanımak benim ilacım.

Tuğrul Ağırbaş Kimdir?

30 yılı aşkın süre ile Türkiye, Rusya ve CIS ülkelerinde FMCG alanında değişik görevler alan Tuğrul Ağırbaş, son 20 yıldır Efes’in global marka olma, satınalma ve birleşme projeleri ve yeni pazarlara giriş işlerini yürüten ekipte, büyüme odaklı projelere liderlik yapmıştır.

Pertevniyal Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu olan Tuğrul Ağırbaş öğrenim hayatı boyunca Kapalıçarşı’da değişik alanlarda çalışarak, ticareti ve tüketici davranışlarını öğrenme şansına sahip oldu.

İş hayatına 1990 yılına Anadolu Efes’te Pazarlama uzmanı olarak başlayan Ağırbaş, sırasıyla Proje Geliştirme, Satış ve Pazarlama’da görev aldıktan sonra, son olarak da değişik ülkelerde 16 yıl boyunca Genel Müdürlük görevlerini sürdürdü.

Anadolu Efes’in Rusya operayonunu 10 yıl boyunca yönetti ve dünyanın en büyük bira pazarlarından biri olan Rusya’da satınalma ve birleşmelerle firma pazar payını ikinciliğe taşıyan ekibe liderlik yaptı. Türkiye,Rusya ve çalıştığı diğer ülkelerde büyüme odağıyla çok sayıda yeniliği ve markayı tüketicisiyle buluşturdu.

Efes Türkiye Genel Müdürlük görevini yürüttüğü dönemde ise, marka ve kurumun topluma katkısını büyütme amaçlı, pazarı büyütmeye yönelik, bira kültürü oluşturma ve inovasyon, kültür, sanat, turizm ve spor alanında çok sayıda projeye öncülük etmiş ve tüm paydaşlara katkı sağlayan stratejileri hayata geçirmiştir.

İnovasyon ve yeni ürünlerin hem hızını artırma hem de etkisini büyütme amaçlı, inovasyon ve kurum içi girişimcilik çalışmalarını yapılandırarak ve ekosistemdeki çok sayıda girişimle işbirliği kurarak, Efes’in Start-Up dostu şirket olması yönünde çalışmalara öncülük etmiştir.

Halen çalışmalarını yurtiçi ve yurtdışı şirket ve girişimlere danışmanlık ve üst düzey yöneticilere koçluk yaparak sürdürmekte olan Ağırbaş, Türkiye’de kurumsal şirketlerin, girişimci kurumlara dönüşmesi vizyonu ile 2018’de kurulan ‘ Girişimci Kurumlar Platformu’nun danışma kurulu üyesi ve başkanıdır.

2022 sonunda, ortağı Zeynep Kurmuş ile birlikte, 40+ yaş ve kurumsal deneyimi olanlar için, birikmiş deneyim ve tecrübelerin yeni işlere ve girişimlere dönüşmesini sağlayan, üretim ve paketleme kampı Genwise girişimini hayata geçirmiştir.

Köylerde, çocuktan başlayarak tüm topluma yayılacak yenilikçi bir eğitim anlayışını hayata geçirmek için 2016’da kurulan Köy Okulları Değişim Ağı- KODA’nın yönetim kurulunda görev almaktadır.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.