Bütün büyük hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Tolstoy başta, birçok farklı tarihi kişiliğe atfedilen bu meşhur sözün kaynak kişisi net değil. Buna karşılık mesajı net.
Hikâyemizde şehre gelen yabancı Portekizli teknik direktör Jose Mourinho. Kariyerinin düşüş evresinde olduğu sır değil. Zaten öyle olmasa Türkiye’de de olmazdı. Buna takılmaya gerek yok. İsmiyle de kariyeriyle de hâlâ çok özel biri.
Hazır buradayken onun sadece sahanın içini değil, dışını da dizayn etmeye çalışan iletişim tekniklerine yakından bakalım. Aslında Türkiye onun için de bulunmaz bir fırsat.
Bakmayın “buranın böyle olduğunu anlatsalar gelmezdim” dediğine. O kaos seven biri ve burada aradığı kaosun fazlası var. Türkiye macerası uzun sürer mi bilmiyorum, ama özellikle geçen pazar günü oynanan Trabzonspor maçından sonra yaptığı açıklamalar muhalefet iletişimi açısından da değerlendirilmeyi hak ediyor.
Çünkü Fenerbahçe, yönetimiyle olsun, hocasıyla olsun, taraftarıyla olsun, neredeyse bir muhalefet partisine dönüşmüş ya da onun davranış kalıplarını üstlenmiş durumda.
Her mikrofonu aldığınızda büyük konuşma yapamazsınız. Oysa Türkiye’de özellikle muhalif siyasetin böyle bir alışkanlığı var.
“Türk milleti masaya vuran lider sever” ezberine tutunarak hep çok büyük konuşmalar peşinde koşuluyor. Oysa büyük konuşma yapmak için önce büyük koşulların oluşması gerekir.
Evet, “Türkiye’de de hep büyük gelişmeler oluyor gibi geliyor ama bunlar sadece siyaset yapanlar için mi büyük, yoksa halkın gerçek sorunları olarak mı büyük?” Bu ayrımın iyi yapılması gerek. Burada meselelere sürekli siyasetçi olarak bakmanın verdiği bir profesyonel aşınma olabilir.
Örneğin Jose Mourinho yenildikleri bir maçın ardından o konuşmayı muhtemelen öyle yapmazdı. Yapsa da bu kadar etkili olmazdı. Çünkü taraftarın gözünde yaratacağı etkinin böyle olmayacağını bilirdi.
Her maçın ardından bu tip konuşmalar yaparsa bir süre sonra etkisi de kalmaz zaten. O nedenle büyük konuşmaları yapmak için büyük zamanları kovalamak ve arada boşluklar bırakmak önemli.
İyi tasarımı gösteren nasıl boşluklarsa, iyi konuşmaları da öne çıkaran aradaki sessizliklerdir. Kimi zaman sessizlik de güçlü bir mesajdır. Her konuda, her şartta konuşmak ve her seferinde büyük konuşmaya çalışmak hem etkiyi azaltıyor hem de alıcıları yoruyor.
Gelelim Mourinho’nun konuşmasının en dramatik tarafına. Öyle ya, sosyal medyada “vatandaşlık dersi verdi” gibi yorumlara neden olmuş.
Çünkü Mourinho konuşmanın bir yerinde şöyle diyor: “Sevgili Türkler bu lig sizin. Ben burada işimi yapıyorum. Sizin bu düzene karşı konuşmanız gerekiyor. Ben konuşursam bunların kurduğu sistem beni kolay harcar. Ama bu lig sizin. Bu düzenden liginizi kurtarın.”
Konuşmayı futboldan yalıtırsak aslında burada basitçe bir “katılım” çağrısı var. “Siz merak etmeyin, biz halledeceğiz” demiyor. Benim gibiler gelip geçer ama sizlerin bu mücadelenin içinde olması lazım vurgusu yapıyor. Yani basit bir vaatten öteye geçiyor, “katılım” çağrısı yapıyor.
Mevzu futbol olduğu için elbette rakip takım taraftarlarından tepki görüyor ama kendi kitlesi için oldukça heyecanlandırıcı bir çıkış bu. Hatta Fenerbahçe taraftarları dışında da etki yaratma potansiyeli var.
Türkiye’de muhalefet iletişimine baktığımızda bir “kurtarıcı” söyleminin zorlandığını görüyoruz. Adaylık tartışmaları, liderlik krizleri hep buna odaklı. Bir kurtarıcı aranıyor. ‘Sizi kurtaracak olan yine sizlersiniz, birlikte kurtulacağız’ diyene, buna inandırmaya çalışana pek rastlanmıyor.
Mourinho’nun yabancı olduğu için konuyu kendisinden uzaklaştırması normal. Ancak konuya dikkat çekmek için yabancı oluşunu öne çıkarması tesadüf değil bence. Bilinçli bir etki yaratma hamlesi.
Bu nedenle alt metin “arkamızda durun, bize kredi verin, birlikte çözelim” olarak okunabilir. Bu cümleyi neden “bu düzenden liginizi kurtarın” şeklinde kurduğu üstünde düşünülmeli. Bunu kaçış öncesi son manevra olarak okuyanlar da olmuş ama bence o kadar basit değil.
Jose Mourinho’nun konuşmada maçın hakemini değil, VAR hakemini, onun da üstünden sistemi hedef alması da dikkate şayan. Çünkü Türkiye’de kişileri konuşmaktan, kişilerle atışmaktan sistem konuşmaya fazla fırsat kalmıyor.
“İyi rakiplere karşı oynuyoruz ama sisteme karşı da oynuyoruz. En zoru da bu. VAR’a karşı, sisteme karşı oynadık. O yüzden kazandıktan sonra böyle kutladık. Çok çok güçlü insanlara karşı kazandık. Pes etmeyeceğiz” sözlerini hatırlayalım.
Bu sözlerden yola çıkarak “Türkiye’de muhalefet 31 Mart seçim zaferini doğru anlayıp iletişimini yapabildi mi” de üstünde düşünülesi bir soru. Çünkü zaferlerin de mağlubiyetler gibi yönetilmesi gerekli.
İyi iletişim aslında anlatılması zor şeyleri olabildiğince basit anlatmaktan ibaret. Uykuda olmadığımız her an üzerimize çılgınca ileti bombardımanı yapılan çağda bu daha önemli.
Burada “Occam’ın Usturası” kavramını hatırlayalım. 1300’lü yıllarda yaşayan William Occam’a ait bu problem çözme ilkesi şunu söylüyor: Aynı konuda iki rakip önerme varsa en basit önerme en iyisidir. Daha çok varsayım üretip konuyu karmaşıklaştırmak çözümden uzaklaşmak anlamına gelir.
Türkiye gündeminin sürekli açıklama yapmaya iten doğası hem muhalefeti hem iktidarı buna zorluyor gibi geliyor bana. Hem iletişimde hem de eylemde daha fazla basitliğe ihtiyaç var.
Jose Mourinho’nun açıklamaları da konuları basitleştirmeye çalışıyor dikkat edersiniz. Haklılığını veya haksızlığını tartışmıyorum. Haksız da olabilir pekâlâ. Ancak bir sistemi işaret etmek, anlaşılır örnekler vermek ve çözüm için herkesi işin içine çekmek de bu basitleştirmenin bir sonucu.
Tahterevalliler, salıncaklar anlamsız sembolizm çabaları yerine doğrudan hedefe odaklanan açıklamalar önemli.
Mourinho’ya bayıldığımdan değil yani. Sadece belagat ve iletişim tarzına dikkat çekmek istedim. Buna her düzlemde ihtiyacımız var.