Ve Nobelli yazar Annie Ernaux İstanbul’da: Ben sadece yazmak istiyorum
Bağış Erten yazıyor: Seçimden sonra yeni bir ülkeye uyanacaksak ve spor yeni heyecanların parçası olacaksa, önce gerginlikler hattını topraklamaktan başlayabiliriz. Konuşurken kasılmak yerine gevşemek, düşünme biçimlerini çoklaştırmak, sanatı da sepeti de sporun yanına konumlandırabilmekten...
Doksanların başı… Film festivali diye bir şeyi o zaman keşfetmişim ilk. Bir dolu yönetmen boca ediliyor kafamızdan aşağı. Anla anlayabilirsen. Bir yandan Türk sinemasının hareketli yılları, diğer yandan ‘aydın bunalımı’ klişelerinin tavan yaptığı dönemler. Gittiğim filmler hem ufuk açıyor hem kafa karıştırıyor. Seveyim mi sevmeyeyim mi, bilemiyorum. Bilet kuyruklarında ilk kesişmeler, tıklım tıklım salonlar… Çok değil, 3-5 sene önce futbol sayesinde bulduğum huzurun kipi değişiyor. Maç kuyrukları azalırken artık ‘Uzak değil dünyanın kapıları’…
Yeni Türkü göndermesi boşa değil. Müziğin de güzel yılları. Türkçe popun ilk ataklarına kulak tıkamak mümkün değil. Aşkın Nur Yengi’ye kayıtsız kalamazsınız. Ama benim aklımda Bülent Ortaçgil’den ‘Oyuna Devam’, Grup Yorum’dan ‘Cemo’ ve Tom Waits’ten ‘Telephone Call From Istanbul’ ezgileri kalmış.
Gene karar vermek zor: Solcu muyum, taraftar mıyım? Azıcık kitap okuyup, iki şarkı tıngırdatıp, filme mi gideyim? Yoksa halı sahaya mı? İran ne benim için? Abbas Kiyarüstemi’nin filmleri mi Abbas Mehrpouya’nın şarkıları mı? Humeyni faşizminin ülkesi mi? Ali Dayi’nin golleri mi yoksa?
O yıllarda bir seçim yapmak zorunda hissediyordum. Ya futbol, ya diğerleri… Ya sanat ya sepet… Ya medeniyet ya barbarlık… Kafam feci karışık!
Geçtiğimiz günlerde Financial Times’ta Janan Ganesh imzalı harika bir yazı yayınlandı. Gazete Oksijen’de özetini okuduk. Girişi nefisti yazının. Everton’ın defans oyuncusu James Tarkowski’den yönetmen Andrey Tarkovski’ye selam çakıyor, sonra QPR kalecisi Julio Cesar’a tribünlerden gelen “Buraya seni gömmeye geldik, övmeye değil” nidalarından dem vuruyor, akabinde ‘Vanity Fair’in (Gurur Dünyası) bir dergi değil de bir kitap olarak zuhur edebileceği tek tribünün Emirates Stadyumu’nda olduğunu söylüyor.
Devamındaki tartışma da enfes. Sanatın klişelere sıkıştığını, futbolun ise değişen futbolsever profiliyle birlikte yeni ufuklar açtığını ve sanat yazınıyla arasındaki farkı nasıl kapattığını anlatıyor. Simon Critchley’nin ‘Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?’ adlı leziz kitabını okurken hissettiğimiz serin sular bunlar. Bugün oyun hakkında konuştuklarımızı düşününce bir ferahlık, bir zindelik hissi adeta.
3 Temmuz Davası ve Gezi Direnişi süreci, spora yeni bir yaklaşım, soluk ve tartışma zemini getirmek isteyenler için çok parlak olmadı aslında. İktidarın kutuplaştırma politikasının da gazıyla oyunu anlamaya, futbol/spor üzerinden yeni bir kültürel hat teşkil etmeye çalışanların alanı giderek daraldı. Ana akım medyadaki çöküntü hem televizyonları hem gazeteleri vurdu. Okunacak, izlenecek alternatif şeyler azaldı. Tüm ‘mesele’ sahanın içine hapsoldu. Karşılıklı atışmaların baskısı yüzünden nefes almak için çok az yer kaldı.
Ganesh’in yazısı ise bana güzel izdüşümleri yeniden hatırlattı: Kültürle spor arasındaki ‘bloklar arası kopuklukların’ pekâlâ yeniden bağlanabileceğini, birinden anlayanın diğeri üzerine de laf söyleyebileceğini, bazı tenisseverlerin Andrey Rublev’i her izlediğinde Tarkovski’ye tatlı bir selam yollayabileceğini, Trabzonspor’da Vitor Hugo’yu gören bibliyofillerin ‘Sefiller’ göndermesi için ellerinin kaşınabileceğini…
Kadir Has Üniversitesi’nde 16 senedir devam eden Spor İletişimi Sertifika Programı’nın öğrencileri, yukarıda bahsettiğim kesintinin aslında tabanda yer almadığını her yıl tekrar ispatlıyor bana. İçinde Gramsci geçen yazılar deniyor, Film Festivali’ni en ön sıralardan izliyorlar. Pink Floyd’la Jimi Hendrix arasında bağlantı kurup onu bir futbol kulbuna tutturabiliyorlar. Hem onu seviyorlar hem bunu. Kafalarını karıştırmıyor, açıyorlar. Bununla kalmıyor, sizinkini de açıyorlar.
“Elinde çekiç varsa her şeyi çivi gibi görürsün.” sözünden hareketle finali seçime bağlayalım. Eğer 15 Mayıs günü yeni bir ülkeye uyanacaksak ve önümüzdeki dönemde spor da bu yeni heyecanların bir parçası olacaksa, önce buradan, şu gerginlikler hattını biraz topraklamaktan başlayabiliriz. Spor konuşurken kasılmak yerine gevşemekten, oyunu bahane edip düşünme biçimlerini çoklaştırmaktan, sanatı da sepeti de sporun yanına konumlandırabilmekten… İşin tadına varmaktan… Hem medeniyetten hem barbarlıktan…
En başa dönelim. Festivale. Pandemi sonrası ilk ferah feza festival bu yılki sanırım. İnsanların maske kaygısı gütmeden, salonlara doluşmakta bir beis görmediği günleri görmek ne güzel. Dinamo Mesken hakkında bir de futbol belgeseli var bu yılki seçkide. Yazıda bahsi geçen köprüleri kurmak için güzel bahane.
Kim bilir, belki yavaş yavaş silkiniriz. Memleket de silkinir. Denizlere çıkar sokaklar…