Ligde yarış böyle başlıyor: 13 Türk, 4 gurbetçi ve 3 yabancı
Erken dönem hocaları için suya attıkları her taşın farklı bir değeri vardı; çünkü boşluklar, aşılacak merhaleler çoktu. Ayrıca harcayacak koca koca bütçeleri, istedikleri oyuncuları alacak fırsatları yoktu ve ellerinde sadece kendi taktik zekâları, oyun görüşleri, anlayışları vardı.
Mayıs başı itibariyle futbol dünyasına naçizane kimi izler bırakmak üzere yeni bir hamleye soyunduk ve ‘Kısa Dalga Haber Portalı’ sınırları dahilinde bir potcast programı yapmaya başladık. Bu çabanın fikri, geçmişte Radikal, şimdilerde de ’10 Haber’ çatısı altında birlikte forma giydiğim sevgili Bağış Erten’den çıktı.
Spor basınına vâkıf olanların bildiği üzere kendisi aynı zamanda Eurosport Türkiye Yayın Yönetmeni. Ve bu kimliğin de bir uzantısı olarak uzun süredir hayatını spor üzerinden kazanmaya, biçimlendirmeye, rotasını bu uğurda oluşturmaya çalışan gençlere katkıda bulunuyor, yol açıyor, imkân tanıyor. Söz konusu kanalda birlikte çalıştığı gencecik yeteneklerden Batuhan Herdem’i de aramıza kattık, üç ayrı kuşak temsilcisi olarak her hafta seçtiğimiz bir konu etrafında futbol konuşmaya, muhabbet etmeye, kanat bindirmelerinde bulunmaya, uzun toplar atmaya, ince görmeye, oyunu iki yönlü oynamaya çalışır olduk.
Sağ olsun Kısa Dalga Genel Yayın Yönetmeni Kemal Göktaş da bize bir tür saha buldu, yani yayın imkânını sağladı ve nihayetinde ‘Rejenerasyon’ adlı bu yeni hamlemiz start aldı.
Programın ilk bölümünde 1 Mayıs’tan yola çıkarak ‘Futbolun Emekçileri’ne göz atmıştık, ikinci buluşmada Napoli’nin 33 yıl sonra tekrar şampiyon olması ekseninde ‘Nadir Şampiyonlar’ı ele aldık, üçüncü adımda Şampiyonlar Ligi’ndeki yarı final eşleşmeleri dolayısıyla ‘Yarı finaller mi finaller mi daha unutulmazdır?’ sorusunun aklımıza getirdiği zihinlerde özel yer edinen kimi yarı finallerde dolaştık ve nihayetinde dördüncü programda da Devler Ligi’nde finale yükselen Manchester City’nin hocası Pep Guardiola’nın kariyerinde yeni bir sayfa açma olasılığı üzerinden “Dünyanın en iyi teknik direktörü kim?” sorusunu masaya yatırdık…
Bence iyi bir futbol muhabbetti oldu, belki dinlenin yanı sıra bu konuda yazı da okumak istersiniz diyerek meseleyi bilgisayara dökeyim dedim! Şaka yapıyorum elbet ama söz konusu programın kaydı sırasında sınırlar içine onca ismi dahil edebileceğimiz son derece geniş bir alan içinde dolandığımızı fark ettim ve bu konuda değil bir program, bir seri yapsak ancak belirli bir mesafe kat edebiliriz diye düşündüm. Bu düşüncenin yansıması olarak da birkaç notu bu yazıda düşeyim dedim…
Efenim, teknik direktör dediğiniz kişi, oyunun deşifresi açısından ilginç bir bileşimin, ilginç bir noktanın da tarifi. Tıpkı film yönetmeni ya da bir mimar türü işlevi, imkânları, imkânsızlıkları, sınırları ya da sınırsızlıkları var… Hem eser sahibi hem pratisyen hem de sadece bir teorisyen… Mimar ya da yönetmen gibi oyunun estetiği, taktiği, dışa vurumu ona ait kabul edilebilir. Ama öte yandan yine mimar ya da yönetmen gibi onun bütün bu teorisini, kâğıt üzerindeki gayretlerini hayata geçirmek için ‘doğru’ icracıları ihtiyacı var. Yani oyunculara… Bir başka söylenişle fikriyatını pratiğe dönüştüreceklere… İyi bir savunmacısı olmazsa karşılaşma öncesi aldığı defansif tedbirlerin ne önemi var, net bir golcüsü yoksa topu ona ulaştıracak ve gol vuruşu yaptıracak oyun planının, oyun dinamiğinin ne anlamı var? Seri bir orta sahadan, aynı zamanda rakibe pres yapabilen bir göbekten yoksunsa o güzelim stratejisinin oyun alanında vücut bulması mümkün mü? Bütün bu soruların cevap hanesinde kadrosunun kapasitesinin önemi, derinliği, pratiği, birlikte oynama alışkanlıklarının geldiği malum…
Neyse, bütün bunları pratiğe dönük çabalar olarak nitelemek mümkün. Ya bu profilin bugüne kadar futbol tarihine armağan ettikleri? Ya da teknik direktör denen kimliğin bugüne kadar elek üstünde kalan ve tarihte yer almış karşılıkları? Biraz da onlara göz atalım… Aslında kulübede destan yazan ve literatürdeki yerlerini alanlardan önce galiba meselenin geniş bir zaman dilimindeki yerine ve bu yerin bize anlattıklarına bakmak gerekiyor. Şöyle ki oyunun gelişme döneminde kimi taşlar yerine otururken elbette hocalar da stratejilerini, tarzlarını bomboş bir hareket alanında gerçekleştiriyordu. Attıkları adımlar, uyguladıkları taktikler futbolun tarihi açısından ilklerin ifadeleri oluyordu.
Bu açıdan mesela ‘Katenaçyo’nun icatçısı olmasa da asıl patentini alan kişi statüsündeki Helenio Herrera, bugünden bakıldığında savunma futbolunun öncüsü konumunda artık. Ama benzer formülü üreten ve bu yolla birçok maçta mesafe kaydeden, hatta kupalara uzananlar için günümüzde “Katenaçyo’yu yeniden uyguluyor” demek yerine yeni tanımlara uzanıyoruz ve mesela “Otobüsü çekti” diyoruz. Bu biraz hafızasızlığın ifadesi biraz da geçmişin eskimiş kabul edilen deyimlerinin yerine başka tanımlara sığınmanın, aramanın ve bulmanın refleksi… Böylesi modernize çabalarda elbette sorun yok ama oyunun uzun geçmişi itibariyle kendini yenileme gücünün bitmesine farklı bir kulp bulmanın, eskiyi yeniymiş gibi göstermenin ve olayı ‘post-modernize’ etmenin karşılığı bütün bunlar…
(Futbol) Sanat(ı) da aslında hayat gibi tekrarlara muhtaç; böyle davranmaya çalışmasa da hayatın ritüelleri gereği aynı sularda yıkanmaktan başka çare yok… Ama siz de ait olduğunuz çağın bir üyesi olarak, eskiyi yorumlayarak ya da farklı birkaç hamleyle yeniden allayıp pullayarak ‘yeni’ymiş, ‘yenilikçi’ymiş gibi yapabilirsiniz. Bu hem sizin hakkınız hem de o büyük çaresizliğiniz olabilir…
Bütün bu teorik meseleleri bir kenara bırakıp isimler üzerinden yolumuza devam edersek mesele Batı Alman geleneğinden hemen ilk elde akla gelen isimleri yâd edebiliriz. 1954 Dünya Kupası’nın kazanan takımın teknik patronu Sepp Herberger diyelim öncelikle… Onun yerine yardımcısı Helmut Schön geçti, Schön’ün ardından da görevi onun yardımcısı Jupp Derwall üstlendi. Bu nöbet değişimleri, usta-çırak ilişkisinin futboldaki uzantısıdır. Ama sonraları Batı Almanya özelinde bu zincir genel olarak kırıldı. Beckenbauer’ler, Vogts’lar, Klinsmann’lar geçti kulübeye, Löw hem tarih yazdı hem de çalıştırdığı Milli Takım zirveden dibe düştü… Zagollo’lu Brezilya örneğin, 1970’de muhteşem bir başarıya imza attı ve üçüncü kez ‘Dünya Kupası’nın sahibi olurken kupayı sonsuza kadar müzelerine taşıma hakkı kazandı (bu organizasyonda kupa üç kez kazanıldığında tamamen sizin oluyor). Ve gerçek bir devrimci, Ajax’tan da öğrencisi olan kaptanı Johan Cruyff’la ‘Dünya Kupası 74’de bambaşka bir oyun oynatan ve tarihteki yerini ‘total futbol’ tanımıyla alan Rinus Michels.
Futbola ilgi duyduğum ilk dönemler teknik direktörler benim için biraz da ‘seçilmiş kişi’lerdi (ama Mourinho’nun kendisini tarif etmesi gibi değil tabii ki). Bu seçilmişlik meselesi sadece zihinle, taktik dehayla değil biraz giyim kuşamla, fizikle de tamamlanan bir tarifti. Örneğin Dünya Kupası 78’de Arjantin’in başında olan Cesar Luis Menotti gibi. Güney Amerikalı çalıştırıcı uzun saçları, karizmatik duruşu ve kulübede sigara tüttürüşüyle bambaşka bir profildi… Sonraları takımı, kendisinin adıyla anılan bir karakter mesela; Arrigo Sacchi ve Milan’ı… İtalya Serie ’da kariyerleri üst seviyeye çıkmış Vujadin Boskov ve Zdenek Zeman gibi nevi şahsına münhasır koçlar… Ernst Happel’i, Bela Guttmann’ı, Stefan Kovacs’ı, Fabio Capello’su, Tomislav Ivic’i, Bill Shankly’si, Matt Busby’si, Dettmar Cramer’i, Udo Lattek’i, Johan Cruyff’u, Tele Santana’sı, Brian Clough’ı, Bobby Robson’ı, Jupp Heynckes’i, Ottmar Hitzfeld’i, Giovanni Trappatoni’si. Alex Ferguson’ı, Arsene Wenger’i, Guus Hiddink’i, Lus Aragones’i, Otto Rehhagel’i, Guy Roux’su, Vicente Del Bosque’si, Marcelo Lippi’si, Oscar Tabarez’i, say say bitmez. Bir büyük ekol olarak Valery Lobanovsky örneğin; Dinamo Kiev ve Sovyetler Birliği Milli Takımı’yla tarih sahnesinde bıraktığı derin izler…
Ve uzanıyoruz şimdiki zamanlara; Marcelo Bielsa, Louis van Gaal, ‘Şampiyonlar Ligi koleksiyoncusu’ Carlo Ancelotti, Frank Rijkaard, Roberto Mancini, Antonio Conte, Diego Simeone, Claudio Ranieri, Unai Emery, Julian Nagelsmann derken Thomas Tuchel ve de Alman ekolünün zirve ismi Jürgen Klopp. Ya da boy gösterdiği her ligde unutulmaz hatıralar ve başarılar bırakan, elde eden Mircea Lucescu. ‘Seçilmiş kişi’ Jose Mourinho ve tabii ki bütün bu tartışmalara ve bilgi yenilenmesine kapı aralayan isim; Pep Guardiola. Katalan çalıştırıcı kariyerinin 14. sezonunda 33 kupanın sahibi ve iki kupanın daha gelmesi ihtimal dahilinde…
‘Rejenerasyon’da da konuştuk, sevdiklerimizi, öne çıkardıklarımızı, dikkat çekmek istediklerimizi paylaştık ama sonuçta bütün bir meseleyi tek bir isimle ya da birkaç teknik direktörle toparlamak, tanımlamak mümkün değil. Çünkü bu yol, bu tarih çok uzun ve meşakkatli çabaların ve ortak değerlerin biçimlendirilmesiyle ortaya çıktı, yazıldı. Erken dönem hocaları için suya attıkları her taşın farklı bir değeri vardı; çünkü boşluklar, aşılacak merhaleler çoktu. Ayrıca kiminin çalıştırdıkları kulüplerin öyle bugünkü gibi harcayacak koca koca bütçeleri, istedikleri oyuncuları alacak fırsatları yoktu ve ellerinde sadece kendi taktik zekâları, oyun görüşleri, anlayışları vardı. Bir de şunu durumun altını çizmek lazım, geçmişin teknik direktörlerinin boy gösterdiği arenalar sınırlıydı, turnuvalar ve bu turnuvalar boyunca oynanan maç sayısı da bugüne göre çok çok azdı. Bugün Şampiyonlar Ligi grup aşamasına kendisini atan bir takımın altı maç oynaması garanti, geçmişte iki maçlı eliminasyon sisteminde ilk turdan organizasyona veda etmeniz durumunda topu topu iki karşılaşmaya çıkmış oluyordunuz. Ayrıca artık bir üst turnuvadan elenseniz bir alt turnuvada yola devam edebiliyorsunuz; yani Şampiyonlar Ligi olmadı, Avrupa Ligi, o da olmadı Konferans Ligi var… Bütün bunlar günümüz futbolunun çağdaş icracılarına tanıdığı avantajlar tabii ki.
Bugün ise artık ‘endüstriyel’ takısını almış bir sahne sanatı var önümüzde ve şimdinin teknik direktörleri takımlarında kendilerince gördükleri ‘bozuk parçaları’ değiştirmek, tamir etmek için hemen hamle yapma, anında transfere soyunma ve açıkları kapama şansına sahipler. Her biri servet değerindeki futbolcularla oyun kuruyorlar, taktik geliştiriyorlar, kendi liglerinde ve daha büyük organizasyonlarda boy gösteriyorlar. Biz de onları bu haliyle beğenmek, sevmek, bağrımıza basmak zorunda kalıyoruz. Çünkü başka çaremiz yok.
Madem sistem böyle inşa edilmiş, var olan yapının içinden kendi kriterlerimize, duruşumuza, bakışımıza, oyun aklımıza yakın olanlara gönül hanemizde yer açıyor ve onların başarılarıyla seviniyor, mutluluk duyuyoruz…
Bunun nedeninin ne olduğu da çok açık; futbol ne kadar değişirse değişsin bizim ona bakışımız ilk gündeki temel üzerine kurulu; yani sevdamız… Oyuna olan tutkumuz, bağlılığımız karşımızdaki takımın amatör ya da üst düzey profesyonel olmasına ilişkin bir şey değil çünkü. Oyuna sahada ya da ekran karşısında ilgimiz tükenmiyor ve bağlılığımız yaşadığımız sürece devam ediyor, edecek de…
Not: Bu yazı kapsamında yerli teknik direktörlere uğramadık, lig ve yazı serüveni uzun bir maraton, kısmetse ileride uğrarız…