BM üyeleri, Ukrayna savaşı konusunda farklı düşüncelere sahip
Çin, 2013'te Ay'a yolladığı Chang-3 ile Soğuk Savaş'tan beri durgun olan Ay rekabetini canlandırdı. Bu yıl Japonya Ay'a uzay aracı indirmeye çalıştı, sonuç hüsran oldu. Şimdi Rusya ve Hindistan aynı yola baş koydu. 50 yıl sonra yeniden yıldız savaşlarıyla karşı karşıyayız. Kemerlerinizi bağlayın.
Star Wars kadar epik olur mu emin değiliz ama ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Japonya ve İsrail Ay’daki konumlarını güçlendirmek için art arda adımlar atıyor. Biz de aldık elimize mısırımızı, Ay’ın karanlık yüzüne ilk hangi cengâver ulaşacak onu bekliyoruz. Tabii beklerken boş durmayıp Güneş’ten gelen yüksek enerjili gama ışınlarına göz atıyor, derin denizlere doğru bir keşfe çıkıyor, hafızamızı güçlendirmek için uykumuzda çeşitli kokular kokluyoruz. Tabii bu hafta, yapay zeka ile ilgili ilginç bulgular da mevcut. Mesela, botlar ‘Ben bir robot değilim’ testini insanlardan daha iyi çözüyor, sadece duydukları seslerden hangi tuşlara bastığımızı anlıyorlar. Lafı daha fazla uzatmadan uzun yolculuğumuza başlayalım.
Soğuk Savaş döneminde pik yapan ancak sonrasında hem yüksek maliyeti hem de herhangi bir rekabet ortamının kalmaması sebebiyle ara verilen Ay hakimiyeti fikrine dönülmeye başladı. Yeni filizlenen bu heyecanda özel uzay şirketi SpaceX’in sahibi Elon Musk’ın uzay taşımacılığı üzerine girişimlerinin etkisi olsa da en büyük sebep son zamanlarda ABD’ye rakip olmaya en yakın aday Çin’in uzay çalışmalarına hız kazandırması.
Zira nihayet 2013 yılında Çin’in Chang-3 uzay aracını Ay yüzeyine indirmesiyle bu durgunluk kırıldı. Çin o zamandan beri de Chang’e-4 göreviyle Ay’ın uzak yüzüne inen ve Chang’e-5 göreviyle de Rusya’dan sonra Dünya’ya Ay numuneleri gönderen ilk ülke oldu. Bir tarafta ABD her şey yolunda giderse bir yıl sonra Ay çevresinde bir tur atacak Artemis 2 mürettebatını hazırlarken, öte yanda diğer ülkelerin özel uzay şirketleri uzay araçlarını Ay yüzeyine indirmeye çalışıyor.
Rusya da neredeyse yarım asır sonra Ay’ın yüzeyiyle ilgili olarak ilk görevini başlatıyor. Luna-25 adındaki uzay aracı, dün Rusya’nın Vostochny Kozmodromu’ndan havalandı. Rusya’nın bu adımından haftalar önce Hindistan, Chandrayaan-3 uzay aracını Ay’a indirmek için fırlatmıştı. Hatta geçen hafta sonu bu uzay aracı Ay yörüngesine girdi, ilk görüntülerini çekti. Luna-25, Chandrayaan-3’ten daha geç fırlatılsa da ikisi de 23 Ağustos gibi Ay’ın güney kutbuna inmeye çalışacak. Hangisinin önce davranacağı ya da başarılı olup olmayacakları daha belli değil. İki araç da başarıyla inse bile birbirlerinden uzak çalışacak. İngiliz haber ajansı Reuters’a göre Rusya’nın uzay ajansı Roscosmos, “Luna-25 ile Chandrayaan-3’ün birbirine müdahale etme ya da çarpışma riski yok. Ay’da herkes için yeterli alan var” dedi. Rusya’nın son Ay aracı Luna-24, 1976 yılında Ay’a ulaşmış ve Dünya’ya bir paket numuneyi başarıyla göndermişti. O zamandan beri de Rusya, Ay görevi gerçekleştirmedi.
Ay yarışına katılan diğer ülkeler arasında İsrail ve Japonya da var ancak henüz kayda değer bir başarı elde edemediler. İsrail, 2019’da Beresheet’i fırlatmış ancak uzay aracı düşerek başarısız olmuştu. Hindistan’ın Chandrayaan-3’ten önceki iniş aracı Chandrayaan-2 de iniş aşamasında yaşanan bir yazılım hatası nedeniyle 2019’da düştü. Bu yılın başlarında ise Japon şirketi iSpace, Hakuto-R adlı bir uzay aracını Ay’a indirmeye çalışsa da temasın kesildiği aracın aylar sonra enkazına ulaşıldı.
Dolayısıyla Hindistan ve Rusya’nın yeni Ay görevleriyle amacı bu mağlubiyet serisini bozmak olacak. Her iki ülkenin de amacı Ay’ın daha önce keşfedilmemiş güney kutbunu araştırmak. Bilim insanları, güney kutbundaki büyük buz ve mineral rezervlerinin, içme suyu da dahil olmak üzere hayati önem taşıyan malzemelerin, insanların Ay keşfine yardımcı olabileceğini düşünüyor. Bu doğrultuda 68 kilo ağırlığındaki Luna-25, gelecek görevlerde faydalı olabilecek malzemeleri aramak üzere robotik kol ve kepçeye sahip. Her şey planlandığı gibi giderse yaklaşık bir yıl Ay’da keşif yapacak.
Ay rekabeti konusunda NASA yöneticisi Bill Nelson da kendi düşüncelerini dile getirdi. Nelson, uzay ajansının Artemis Ay programı hakkında salı günü düzenlediği basın brifinginde gazetecilere, “Çin’in güney kutbuna mürettebatla ulaşıp sonra da buralar bizim, uzak durun demesini istemiyorum” dedi. Nelson, “Eğer gerçekten de orada gelecekteki mürettebat ve uzay araçları için kullanılabilecek bol miktarda su bulursak, bunun sadece hak iddia edenlerin değil, herkesin kullanımına açık olduğundan emin olmak isteriz” diye de ekledi. NASA yöneticisinin bu yorumları, ABD ve Çin’in uzay programı arasında giderek artan gerilimin de altını çiziyor ve uzun zamandır baş gösteren mücadeleyi daha da şiddetlendirebileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Yılın başlarında Politico’ya konuşan Nelson o zaman da, “Şu bir gerçek ki uzay yarışının içindeyiz. Rakiplerimizin bilimsel araştırma kisvesi altında Ay’da yer sahiplenmemeleri için dikkatli olmamız gerektiği de bir gerçek” demişti.
Bilim insanlarına göre Güneş’ten yıllardır parlak bir ışık fışkırıyor. Michigan Eyalet Üniversitesi’nden gökbilimciler Güneş’ten gelen yüksek enerjili gama ışınlarını tespit etti. Physical Review Letters dergisinde yayımlanan yeni araştırma, bu ışınların Dünya’ya tam olarak ulaşmadığını ancak doğru araçlarla bu ‘belirgin işaretin’ tespit edilebilir olduğunu ortaya koydu. Bu aşırı parlak gama ışınları, Güney Meksika’da iki volkan arasında ve 13 bin 500 fit yüksekteki Yüksek İrtifa Su Çerenkov Gözlemevi (HAWC) tarafından keşfedildi.
Bu gama ışınları atmosfere çarptığında çıplak gözle göremediğimiz parçacık patlamalarına benzeyen ‘kozmik ışın yağmuru’ oluşturuyor. Bu parçacıklar OG gama ışınlarından kurtulduklarında ‘dağılarak’ tespit edilebilir parçacıklara dönüşüyorlar. Ölçümlere göre Güneş bir ila 10 trilyon elektron volt arasında bir ton gama ışını yayıyor. Bilim insanları 1990’ların başında Güneş’in gama ışınları yaydığını öngörmüşse de bu ışınları Dünya’da göremeyeceğimize inanılıyordu. Ancak yeni gözlem bu görüşe karşı çıkıyor.
Uluslararası Uzay İstasyonu’nun çevresinde uçuşan tozlar, bizim karşılaşmaya alışık olduğumuz tozdan çok daha kötü ve yoğunluğu da daha yüksek bir toz. NASA’nın Glenn Araştırma Merkezi ve Birmingham Üniversitesi’nden bilim insanları, yeni bir çalışmada Uluslararası Uzay İstasyonu’nda mikroplastikler ve alev geciktiriciler ile bina yalıtımında bulunan bileşiklerinin karışımının oluşturduğu bir toz parçacığı tespit etti.
Uzay istasyonundaki hava, özel filtreleme sistemiyle saatte sekiz ila 10 kez döngü halinde değiştiriliyor. Ancak içindeki kimyasalların ne kadarının filtrelendiği bilinmiyordu. Environmental Science and Technology Letters dergisinde yayınlanan çalışmada, hava sirkülasyonu sırasında geride ne kaldığını görmek için uzay istasyonunun özel hava filtreleri incelendi. Araştırma sonucunda geriye polibromlu difenil eter (PBDE), organofosfat ester (OPE) ve ‘sonsuz kimyasallar’ olarak da bilinen perfloroaklik madde (PFAS) bulundu. Bu kimyasallardan bazılarının yüksek seviyelerde toksik özellik gösterdiği daha önce tespit edilmişse de astronotların sağlıkları üzerindeki etkileri henüz belirsizliğini koruyor.
İşin daha da kötüsü uzay istasyonunun maruz kaldığı yüksek seviyedeki iyonlaştırıcı radyasyon, gemideki plastiklerin yaşlanma sürecini hızlandırarak daha hızlı parçalanmalarına ve mikro yerçekimi ortamında havaya karışan mikro ve nanoplastiklere dönüşmelerine neden oluyor. Özellikle nanoplastikler hücre zarından geçebilecek kadar küçük olduğundan vücuda karışarak toksik özellik gösterebilir. Bu da onları diğer plastiklere göre daha tehlikeli kılıyor. Araştırmacılar, bu yeni çalışmanın bilim insanlarına gelecekteki uzay yaşam alanlarını tasarlamada ve daha akıllıca malzeme seçimleri yapmada yardımcı olabileceğini umuyor.
Gökbilimciler karanlık gökyüzüyle birleşiğinde muhteşem bir gösteri sunmasıyla meşhur Perseid meteor yağmurunun bu yılki gösterisinin ‘kaçırılmaması gerektiğini’ söylüyor. NASA’nın Meteorit Çevre Ofisi Başkanı Bill Cooke, Insider’dan Marianne Guenot’a, “Bu yıl bir meteor yağmuru izlemeye niyetlendiyseniz bunu mutlaka görmeniz gerekiyor” diyor.
2022’de Perseid yağmurunun zirvesi dolunay ile çakışmış, bu da şöleni dört gözle bekleyen izleyicilere ‘mümkün olabilecek en kötü koşulları’ sunmuştu. Ancak bu sefer Ay gökyüzünü çok az aydınlatacak. Şehir ışıklarının ve sokak lambalarının yapay ışıltısından uzak, bulutsuz ve karanlık bir gökyüzü bulabilirseniz göktaşlarını çok net bir şekilde görebileceksiniz.
NASA’ya göre bu gece ve yarın zirve yapması beklenen bu meteor yağmuru sırasında gökyüzünde saatte 50-100 arası meteor görmek mümkün olacak. Perseidler 14 Temmuz’dan beri devam eden Perseid meteor yağmuru, 1 Eylül’e kadar seyredilebilecek. Ancak meteor yağmuru zirvesini özellikle 13 Ağustos tarihinde yaşayacak. Meteoru canlı canlı seyretme şansınız yoksa bile hiç üzülmeyin. Zira Virtual Telescope Project meteor yağmuru başladığında bu şöleni YouTube kanalında canlı olarak yayımlayacak.
Deniz araştırmacıları, denizin derinliklerinde hidrotermal bacalarca desteklenen yeni bir ekosistem keşfetti. Schmidt Okyanus Enstitüsü tarafından yürütülen bir keşif gezisinde ekip, Orta Amerika açıklarındaki Doğu Pasifik Yükseltisi’ne gitti. Enstitü, bir sualtı robotunu 8200 fitten daha derine indirerek, yaklaşık 24 derece sıcaklıktaki suda yaşayan solucanları, salyangozları ve kemosentetik bakterilerle dolu mağara sistemlerini keşfetti. Ayrıca deniz tabanının altındaki geçitlerde hareket eden ve ‘yeni habitatları kolonileştirmek’ için havalandırma sıvısı boyunca seyahat eden tüp solucanı benzeri canlılar olduğu da bulundu. Bu keşif hidrotermal bacalara yeni bir nitelik kazandırarak, yaşam alanlarının deniz tabanının hem üstünde hem de altında bulunduğunu gösteriyor. Bu keşifler, derin denizi daha iyi anlamak açısından bilhassa önemli. Schmidt Okyanus Enstitüsü CEO’su Jyotika Virmani yaptığı açıklamada yeni bir ekosistem bulmanın ‘gerçekten olağanüstü’ olduğunu ve ‘yaşamın inanılmaz yerlerde var olduğuna dair yeni kanıtlar sağladığını’ söylüyor.
Bir parfüm ya da yemek kokusunun uzun zamandır hafızanızın derinlerinde kalmış bir anıyı canlandırdığı olmuş muydu? Fransız yazar Marcel Proust, “Ortaya çıkan tat ve koku beraberinde binlerce hatıra getirir” der. Frontiers in Neuroscience dergisinde yayınlanan bir çalışmada, 60 ila 85 yaş arasındaki yetişkinleri uyurken farklı kokulara maruz bırakmanın bilişsel becerilerini büyük ölçüde artırdığı belirtiliyor.
Çalışmada araştırmacılar hafıza kaybı yaşamayan 43 katılımcıyı iki gruba ayırdı. Bir gruba doğal yağ kokusu ile gül, portakal, okaliptüs, limon, nane, biberiye ve lavanta olmak üzere yedi güçlü koku verildi. İkinci gruba ise neredeyse hiç koku içermeyen sahte tüpler verildi. Altı ay boyunca tüm katılımcılardan yatmadan önce kendilerine verilen kokuları sırayla odalarına yaymaları istendi. Çalışmanın sonucunda gerçek kokuları kullanan yetişkinlerde hafızanın gerekli olduğu işlemlerde yüzde 226’lık bir iyileşme görüldü. Bununla birlikte araştırmacılar, araştırmanın kesinliği için daha fazla katılımcılar ve hafıza kaybı teşhisi konulmuş kişiler üzerinde araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. Ayrıca koku alma duyusunu kaybetmiş kişiler için nasıl bir yöntem izleneceği de belirsizliğini koruyor.
Kaliforniya Üniversitesi Irnive Öğrenme ve Hafıza Nörobiyolojisi Merkezi’nde (CNLM) nörobiyoloji profesörü olarak çalışan Michael Yassa, “Koku alma duyusu, beynin hafıza sistemiyle doğrudan bağlantılı olma gibi bir ayrıcalığa sahip. Oysa işitme ve görme bozukluklarında işitme cihazı ve gözlük gibi tedaviler uygularken koku kaybı için herhangi bir tedavi geliştirilmemiş” diyor.
Bir siteye girdiğinizde ‘Ben robot değilim’ ibaresiyle karşılaşmamanız artık çok zor. Otomatik botlar, internet için önemli bir tehdit oluşturuyor çünkü gerçek bir insanmış gibi görünerek içerikleri toplama, hesap oluşturma ve sahte yorum ya da değerlendirme gönderme gibi zararlı işlemler gerçekleştirebiliyor ve zaten kısıtlı olan kaynakları tüketebiliyorlar. 20 yılı aşkın bir süredir Captcha’lar, insanların çözebileceği kadar basit ancak botlar için çok zor olması gereken bulmacaları güvenlik bariyeri olarak kullanıyor.
Mesela Captcha’nın daha önceki versiyonlarında kullanıcılardan yana yatırılmış ya da farklı farklı yazı tiplerindeki harfleri yazıya dökmeleri isteniyordu ancak makine öğrenimindeki gelişmeler sebebiyle botlar bu metinleri mükemmele yakın bir şekilde tanıyarak, güvenlik bariyerlerini aşmaya başladı. Botlarla tabiri caizse silahlanma yarışuna giren Captcha bulmacaları giderek daha da zorlaşmaya başladı. Öyle ki artık insanlar bile bunları çözerken zorlanıyor. arXiv’de yayımlanan ve henüz hakem değerlendirmesinden geçmeyen yeni bir araştırma, botların Captcha testlerini kolaylıkla çözebildiğini ortaya koydu. Araştırmaya göre botlar artık bu bulmacaları çözmekte insanlardan çok daha iyi ve hızlı.
Çalışmada popüler 200 internet sitesinden 120’sinin hâlâ Captcha sistemi kullanıldığı tespit edildi. Bu sitelerden 10’unda Captcha testi çözmesi için coğrafi konum, yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından birbirinden farklı geçmişlere sahip 1000 katılımcının yardımı alındı. Bazı Captcha testlerinin çözümünde insan katılımcılar dokuz ila 15 saniye boyunca uğraşıp yüzde 50 ila 84 arasında doğruluk oranı elde ederken, botların aynı testleri çözmesi bir saniyeden kısa sürdü ve doğruluk oranları yüzde 85 ila 100 arasında değişti. İnsan elinden çıkma bir teknolojinin yine insanlar tarafından oluşturulan güvenlik bariyerlerini insanlardan daha iyi çözmesi hakikaten ilginç. Hannah Arendt’in de dediği gibi, “Eğer kendimiz tasarladığımız ve imal ettiğimiz halde, yaptıkları şeyleri idrak edemediğimiz makinelerle çevrili olduğumuz doğruysa, doğa bilimlerinin teorik kafa karışıklığı gündelik dünyamızı en üst düzeyde istila etmiş demektir.”
Evet, ‘Ben robot değilim’ testinde bizden daha hızlı ve iyi olabilirler ama görünen o ki bir konuda henüz tam güvenimizi hak edecek bir konumda değiller. Üretken yapay zeka ChatGPT’nin neredeyse her alanda hızlı bir şekilde bir çıktı ürettiğini artık neredeyse bilmeyen kalmadı. Bu çıktılar arasında en dikkat çekenlerden biri de kolay komutlara çabucak kod üretebilmesiydi. Peki ama yazılım mühendisleri bu çıktılara ne ölçüde güvenmeli?
Purdue Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, henüz hakem denetiminden geçmemiş bir çalışmada, ChatGPT’nin popüler soru-cevap platformu Stack Overflow’daki 517 yazılım mühendisliği sorusunun yarısından biraz fazlasını yanlış anladığını tespit etti. Bu da yazılımcıların söz konusu yapay zekanın yanıtlarını kullanırken bir kez daha düşünmelerini gerektirdiğini gösteriyor. Ancak araştırmacılar çalışmalarını burada sonlandırmadı. Daha da ileri giderek insanların yeteneklerinin de ne seviyede olduğuna bir göz atmak istediler.
Bunun için yazılım alanında farklı seviyelerde uzmanlığa sahip 12 katılımcıdan ChatGPT’nin cevaplarını analiz etmeleri istendi. Stack Overflow’daki yanıtları doğruluk, kapsamlılık, kısalık ve kullanışlılık gibi kategorilerde puanlayan katılımcılar, konu ChatGPT’ye geldiğinde yapay zekanın yanlış yanıtlarını tespit etmekte başarılı olamadı ve yanlış yanıtların yüzde 39,34’ünü fark edemedi. Bu da ChatGPT’nin bir hayli ikna edici bir yalancı olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Covid-19 döneminde hayatımızın bir parçası haline gelen ve pandemi sonrasında da kullanılmaya devam eden Zoom, Discord ve Google Classroom vb. video konferans platformları açıkken dikkat etmeniz gereken bir şey var. Uzmanlar, mikrofon aracılığıyla seslerin duyulabildiği bu uygulamalarda mikrofonunuz açıkken bilgisayarda şifrenizi girmemeniz konusunda uyarıyor. Zira elde ettiği ses kayıtlarıyla bir laptopta hangi tuşlara basıldığını ortalama olarak yüzde 90 doğru tahmin eden bir sistemle karşı karşıyayız.
IEEE Avrupa Güvenlik ve Gizlilik Sempozyumu’nun bir parçası olarak yayımlanan araştırmada, Surrey Üniversitesi’nden bilim insanları bir dizüstü bilgisayarda hangi tuşlara basıldığını çıkan sese göre anlayabilen bir sistem oluşturmak için makine öğreniminden faydalanmış. Araştırmacılar bunu başarmak için MacBook Pro’daki 36 tuşun her birine, farklı parmaklarını kullanarak ve değişen hızda arka arkaya 25 kez basmış. Sesler hem Zoom konuşması üzerinden hem de klavyeden biraz uzağa yerleştirilen akıllı telefonlarda kaydedilmiş. Ekip daha sonra verilerin bir kısmını makine öğrenim sistemine aktarmış ve sistem zaman içinde her bir tuşun yarattığı ses sinyallerini tanımaya başlamış. Deneyler sonucunda sistemin bir telefon görüşmesindeki sesleri yüzde 95 oranında tahmin ederken, Zoom görüşmelerinde elde edilen doğruluk oranının yüzde 93 olduğu görülmüş.
Araştırmacılar sistemin hangi ipuçlarını kullanarak bu çıkarımlarda bulunduğundan ise henüz tam olarak emin değil. Bununla birlikte Durham Üniversitesi’nden Joshua Harrison tuşların klavyenin kenarına ne kadar yakın olduğuyla alakalı olabileceğini söylüyor. Öte yandan bu çalışma tuş vuruşlarının sesle tanımlanabileceğini gösteren ilk araştırma değil. Ancak ekip, çalışmalarının en yeni yöntemleri kullanarak, tüm çalışmalar içinde şimdiye kadarki en yüksek doğruluk oranına ulaştığını söylüyor.