Cumhuriyet coşkusu meydanlara taşınca ‘Atatürk’ filmi reyting rekoru kıramadı
Cumhuriyet 100 yaşında. Dile kolay. Ortalama bir insan ömründen daha uzun bir zamana takabül eden bu süre, Cumhuriyet idealinin yeşerttiği sanat idealinin yanı sıra başarıları da gördük sansürü de. Cumhuriyet, sanata çok şey kazandırırken sanat da Cumhuriyete çok şey kattı.
Selanik’te Rumeli türkülerinin sesinin eksik olmadığı bir evde dünya gelen Mustafa Kemal Atatürk için müzik hayatı boyunca hep çok özel bir yerdeydi. Kendi deyimiyle yeni bir toplum anlamına da gelen Cumhuriyetin yapı taşlarından biri sanatken müzik de önemli bir dayanak noktasıydı. Cumhuriyetin müzikle ilişkisi elbette dikensiz bir gül bahçe olmadı. Yasaklar, sansürler hemen hemen her alanda olduğu gibi müzikte de kendisini gösterdi. Ancak Cumhuriyet idealinin birer yansımaları olan Türk Beşleri ve Harika Çocuk Yasası, Atatürk’ün düşünce dünyasındaki müziğin neye tekabül ettiği konusunda bize çok sağlam ve güzel ipuçları veriyor.
Tanzimat ile birlikte rotasını geriye dönüşü olmayan bir biçimde Batı’ya çeviren Türkiye, Osmanlı padişahlarının imza attığı pek çok yeniliği bir ileri boyuta taşıdı. Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temellerini Mızıka-i Hümayun ile atan Sultan 2. Mahmud’un ardından tahta geçen selefleri de Batı müziğine büyük önem vermişti. Hatta alaturka üslupla eşdeğer belki de kimi zaman daha ön plana geçtiğini söylemek de mümkün. 2. Mahmut, Abdülaziz ve 5. Murat gibi padişahlar iyi birer klasik müzik dinleyicisi olmalarının yanı sıra besteci kimlikleriyle de hatırı sayılır güzellikte bestelere imza atıyordu. Onlardan sonra tahta çıkan 2. Abdülhamid de Yıldız Sarayı’na opera inşa ettirecek kadar bu sanata tutkuyla bağlıydı.
Farklı müzik türleri milletle buluşuyor
Ancak ne var ki bu ilgi ve alaka saray eşrafıyla sınırlı kaldı. Bazı ufak istisnalar hariç. İstanbul’un Pera semtindeki kulüplerinde kantolar çalarken buna ağırlıklı olarak Levantenler, gayrimüslimler ve yurtdışında eğitim almış genç Osmanlılar katılıyordu. Farklı müzik türlerinin halkla teması için Cumhuriyetin ilânını beklememiz gerekecekti.
Atatürk’ün ulus inşasında iktisadi bağımsızlık, endüstriyel atılım ve eğitim gibi başlıkların yanı sıra sanat da önemli bir gündem maddesiydi. Her yörenin zengin bir folklorik mirası olan türkülerin yanı sıra İstanbul’da Yunan, Arap ve Fars etkiler de barındıran alaturka müzik toplumun farklı kesimlerinde karşılık bulmuştu. Taş plakların da yavaş yavaş insanların hayatına girmesiyle birlikte müzik mahalli müzisyenlerin performansların ötesine geçerken İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Trabzon ve Adana gibi illerdeki konser salonları müziğe erişim imkanını da artırıyordu. Cumhuriyet bu noktada bir tercih yaptı ve Batılılaşma hedefleri çerçevesinde de belli bir dönem klasik müziğe özel önem verdi.
Türk Beşleri olarak adlandırılan Ahmed Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin ve Kâzım Akses, Cumhuriyetin müzik alanındaki en büyük projelerinden biri oldu. Türkiye dışında eğitim gören bu genç yetenekler yurda döndüklerinde yeni yetenekleri yetiştirip besteler yapacaktı. Nitekim de öyle oldu. Türkiye tarihinin ilk operası, konçertosu, oratoryosu ve senfonisi bu dönemde literatüre kazandırılan eserler oldu. Devrin romanlarında da yer bulduğu üzere İstanbul’un yanı sıra kentli nüfusun arttığı Anadolu şehirlerinde de klasik müzik dinletileri özellikle resmi toplantıların vazgeçilmezi haline gelmişti.
Geleneksel müziğin sansürle imtihanı
Ancak başta da dediğimiz gibi bu, dikensiz bir gül bahçe değildi ve elbette işin için bir yerde sansür girecekti. 1934’te alınan kararla radyoda geleneksel müziklerin çalınması yasaklandı ve bu yasak iki yıl sonra kaldırıldı. 6 Eylül 1936’da kaldırılan yasağa kadar özellikle Anadolu’daki evlerde radyolar antenlerini Kahire ve Şam’a çevirmişti. Bu, gelecekte Arabesk kültürün ve müziğin yayılmasını da beraberinde getirmişti. Bir alışkanlık haline gelen Kahire Radyosu’nu dinlemek, yasağın kaldırılması sonrasında da Anadolu’da devam eder.
https://youtu.be/JrgeGKIvgZk?si=WlmSQfiGFQbSZTuM
1940’lar savaş ve savaşın yarattığı küresel yıkımın izlerini silmekle geçerken bu dönemde Münir Nurettin Selçuk, Sadettin Kaynak, Yesari Asım Arsoy, Çinuçen Tanrıkorur gibi isimler bir yanıyla klasik Türk Musikisini devam ettirirken bir yanıyla da Türk Sanat Müziği olarak andığımız daha popüler türün temellerini attı.
Çok partili dönem müzikte de kırılma yaratıyor
Çok partili döneme geçiş, Kore Savaşı ve Türkiye’nin NATO üyeliği müziği de etkiledi. Nasıl mı? Klasik müziğin belli derecede yaygınlık kazansa da her yere yayılamadığı, Türk Sanat Müziği ve türküleri içerek Türk Halk Müziği’nin etkin olduğu bu dönemde NATO üyeliği sonrası gelen Marshall yardımlarıyla birlikte Amerikan kültürü de geldi. Elbette bunun içinde müzik de vardı. O dönem Amerika Birleşik Devletleri’nde altın çağını yaşayan caz müzik, Türkiye’de de karşılık bulmaya başladı. Hatta Fransa’dan sonra kıta Avrupası’nda ilk yayılma alanlarından biri İstanbul oldu. Amerikan Rüyasının sembollerinden Hilton’un Avrupa’daki ilk otelini İstanbul’a açması da bu noktada kilit bir role sahip. ABD’den gelen cazcılar burada gerçekleşen konserlerde sahne alırken hem İstanbul’un hem de Türkiye’nin bu müzik türüyle tanışmasına vesile oluyordu. Bu tanışıklık günümüzde İstanbul, Ankara, İzmir, Çanakkale, Muğla, Antalya, Afyon gibi şehirlerde kalıcı caz festivallerine dönüşmüş durumda.
Safiye Ayla ve Müzeyyen Senar gibi bir yıldızların yanı sıra Zeki Müren adlı bir gencin parlamaya başladığı 1950’ler Türk Sanat Müziği içinde zengin bir dönem oldu. Münir Nurettin Selçuk, Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar, artık her biri klasik haline gelen bestelerini en yoğun olarak 1950’li yıllarda bestelemişti. Türkiye’nin Soğuk Savaş sırasında bir taraf seçmesinin müzikteki yansımaları 1960’lı yıllarda kendisini iyiden iyiye hissettirecekti.
Rock müzik Anadolu ile buluşuyor
Dünyanın bugünkü kadar küreselleşmediği dönemde Avrupa’ya gidebilmek öyle herkesin harcı değildi. Devlet görevlisi, burslu öğrenci ya da epeyce zengin olmak icap ediyordu. Bu süreçte özellikle Fransa ve İtalya gibi ülkelerle irtibatı bulunan müzisyenler Türkiye’yi aranje eserlerle tanıştırdı. Enrico Macias, Jacques Brel, Mina gibi Fransızca ve İtalyanca şarkıların önemli isimlerin seslendirdiği parçalar Türkçe sözlerle halkımızın beğenisine sunuldu. Fecri Ebcioğlu ve Fikret Şeneş üretkenlikleriyle kuşkusuz bu dönemin en çok ön plana çıkan isimleri oldu. Hafif Batı Müziği olarak da anılan bu şarkıların yanı sıra İngiltere ve ABD’yi kasıp kavuran, gençlerin adeta kendilerinden geçmesine neden olan bir tür Türkiye’de de karşılık bulmaya başladı.
https://youtu.be/IqQFVYQa9BI?si=-43fjoW7-iIatp9t
Sonraları Rock Çağı olarak anılacak bu dönemin Türkiye’deki yansımaları bir hayli ilginç oldu. Zira ne klasik müzik ne de caz, rock kadar yerel motiflerle harmanlanamadı. Rock müziğin melodik altyapısının Türk geleneksel ezgilerine daha yatkın olması bu benimseyişe bir cevap olarak öne sürülebilir. Moğollar, Kurtalan Ekspres, Ersen ve Dadaşlar, Mavi Işıklar gibi grupların yanı sıra bu toplulukların üyeleri olan Barış Manço, Erkin Koray ve Cem Karaca, Türk müziğine adlarını altın harflerle yazdıracaktı. Başlarda daha safkan bir rock müzik üreten bu isimler sonrasında Anadolu’nun arklı yörelerinden türküleri veyahut ezgiler ürettikleri yeni müzikle harmanladı. Bir nevi etnomüzikolog gibi de çalışan bu müzisyenlerin yaptığının daha akademik ve kapsamlısını da Macar besteci Bela Bartok, Ahmed Adnan Saygun ile 1936 yılında Osmaniye’de yapmıştı.
Barış Manço’dan Orhan Gencebay’a
Toplumda çok büyük karşılık bulan Barış Manço ve Cem Karaca, sonraki birkaç on yılda Türk müziğine damga vurmaya devam edecekti. 1960’ların nispeten özgürlükçü ortamı müzik konusunda yeni denemelere de imkân verirken sürekli bir şekilde artan köyden kente göç ise müziği de etkileyecekti. 1934-1936 yılları arasında süren radyolarda geleneksel müzik yasağı sırasında Kahire Radyosu’na yönelen Anadolu insanında sonraki yıllarda da yerleşen bu alışkanlık 1960’lardan itibaren rock kadar protest bir türe evrilecekti. Arabesk, daha doğrusu Türk tipi Arabesk müzik köyden kente göçün arttığı bu dönemde, kentlerde ortaya çıkmaya başlayan gecekondu semtlerinde filizlenmeye başladı. Gelecek kaygısı, kente göç sonrası yaşanan hayal kırıklıkları, yalnızlık ve memleket hasreti Arabesk dediğimiz bu hüzünlü melodilere sahip türde kendisini göstermeye başlamıştı. Öyle ki ilerleyen yıllarda Türkiye’nin Sanat Güneşi Zeki Müren de buna kayıtsız kalmayacak ve ‘Kahır Mektubu’nu yayınlayacaktı. Ama önce bir 1970’lere bakalım…
Türkiye’deki en büyük toplumsal kırılmalardan birinin yaşandığı 1970’ler aslında dünyada da büyük dönüşümlerin habercisiydi. 1968 yılında başlayan öğrenci gösterileri, dünyanın artan nüfusu, kentleşme ve göç haliyle müziği de etkiledi. Dünyada Pink Floyd, Led Zeppelin, Fleetwood Mac, Jefferson Airplane gibi topluluklar şarkılarıyla bu dönüşümü yansıtırken Türkiye’de de Anadolu rock ve Arabesk bu değişimin parçası oldu. Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve Ferdi Tayfur, köyden kente daha doğrusu kentin çeperine yerleşenlerin hayata dair tepkilerini müzikleriyle dile getirdi. İbrahim Tatlıses de yine bu dönemde yıldızı parlayanlardan biri oldu. Arabesk motifler, İstanbul şivesi yerine yerel ağızların öne çıktığı bu şarkıların TRT’nin sıkı kurallarına takılmasına neden oldu. Türkçenin doğru kullanımı konusunda bir hayli titiz davranan TRT, bu dönemde pek çok müzisyen ve şarkısını kara listesine almıştı.
Cumhuriyet dönemi aşıklık geleneğinin en büyük temsilcilerinden biri olarak kabul edilen özel bir isme de değinmeden olmaz. 1973 yılında hayatını kaybeden Aşık Veysel’in değeri vefatından sonra daha çok anlaşılsa da hayatı boyunca bestelediği şarkılar günümüzde rock camiasından klasik müziğe pek çok farklı türden müzisyene ilham olmaya devam ediyor. Bu yıllar aynı zamanda Anadolu’dan bir efsanenin daha yükselişine tanıklık ediyordu. Besteleri Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinden düğünlere hayatımızın vazgeçilmezlerinden biri haline gelen Neşet Ertaş, hem seslendirip Türkiye’ye tanıttığı babası Muharrem Ertaş’ın hem de kendisinin bestelediği şarkılarla Anadolu’nun en güçlü seslerinden biri olmayı başardı. Hatta Türkiye’den uzakta, Berlin’de dükkanında çalışırken dahi.
Darbe müziğin üzerinden silindir gibi geçti
12 Eylül 1980 sabahına uyanan Türkiye’de hemen hemen hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Darbe hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da kendisini gösterdi. Tutuklanan ya da tutuklanmamak için yurt dışına giden müzisyenler, sansür kurulları 1980’li yılların Türkiye açısından hiç de iyi bir şekilde başlayamamasına neden olmuştu. Batı’daki toplumsal dönüşüm ve refahtan Türkiye ne yazık ki payını alamamıştı. Darbe sonrası yıllarda sanatın diğer alanlarında olduğu gibi müzikte de şarkılar denetimden geçmek zorundaydı. Siyasi içerikli şarkılar yasaklanmıştı. Ancak neyin siyasi olduğu denetleyenin insafına kalmıştı.
Türkiye, ekonomik ve toplumsal anlamda dönüşürken sanat, sansür nedeniyle bunun gerisinde kalmıştı. Dolayısıyla da dönüştürücü, ilham verici ve ufuk açıcı yönünü tam da ortaya koyamıyordu. 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren bu siyasi iklim yavaş yavaş yumuşarken müzik de ilk fırsatta çölde ilk fırsatını bulup açan çiçek gibi yeniden filizlendi. Bu yıllar Sezen Aksu efsanesinin kendisini daha da fazla hissettirdiği bir dönem oldu. Öte yandan fantezi müzik ve 1970’lerin bakiyesi arabesk de “çok da isyan etmeden” dinleyicilerle buluşuyordu. Fakat bu duruma da isyan eden biri çıkacaktı. Bir şekilde her kesimde karşılık bulabilen bir isim. Ahmet Kaya’dan bahsediyoruz. O halde gerçek manasıyla hem siyah hem beyaz bir döneme 1990’lara geçelim.
Radyolar, televizyonlar, pop patlaması ve RTÜK
Özallı yıllar olarak da anılan dönemin 1990’lara tekabül eden kısmı, Türkiye’nin darbe sonrası demokratikleşme adımlarını iki ileri bir geri de olsa attığı bir dönemde. Özel radyo ve televizyonlarda yaşanan patlama haliyle yeni yıldızlara da ihtiyaç doğurdu. Rüstem Batum, Cem Özer, Okan Bayülgen ve Beyazıt Öztürk gece programlarına başlarken normalde TRT’de çıkma şansı olmayan isimlere de yer vermeye başladı. “Kıl oldum abi” adlı bir şarkı çıkaran iddialı ve bir o kadar da utangaç bir isim kısa sürede Türkiye’nin megastarı olacaktı.
Öyle ki Tarkan sadece Türkiye ile yetinmeyip Avrupa’yı da şıkıdım şıkıdım titretecekti. Derken aynı dönemde “Roma’yı yakmayı” kafasına takan Kenan Doğulu, bebek yüzlü Burak Kut, yakışıklılığıyla hayranlık uyandıran Kerim Tekin, Mustafa Sandal, Serdar Ortaç, zarafet timsali Candan Erçetin, Sezen Aksu’nun paltosundan çıkan Sertab Erener ve Aşkın Nur Yengi, bugün hayranlıkla dinlenen 90’ların pop klasiklerine imza attı. Tabii bu noktada Onno Tunç, Aysel Gürel, Sezen Aksu ve Aykut Gürel’e bir parantez açmak gerekiyor. Bu isimlerin beste ve düzenlemeleri bu altın çağın yapı taşıydı. Arabeskin babaları Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve Ferdi Tayfur bu dönemde en azından görünürlük bakımından bir nebze geride kalmaya başlamıştı. Kral Tv ve Number One Tv gibi müzik kanalları yayın akışlarının neredeyse tamamını pop müziğe ayırıyordu. Bu durumdan olumsuz manada nasibini alan isimlerden biri de Ahmet Kaya olmuştu. Gerçi orada işin içinde elbette siyasal baskı ve kısıtlamalar da vardı.
Türkiye stadyum konserleriyle tanışıyor
Pop müziğin böylesine patladığı bir dönemde Anadolu Rock türünün tıpkı Arabesk gibi daha arka planda kaldığı bu dönemde 2000’lerde fırtına gibi esecek iki türün ilk kıvılcımları da çakılmıştı. Bir yanda Cartel’in bir rüzgar gibi gelip geçtiği ama ortalığı bir hayli dağıttığı 1995 yılı rock müzik için de Beyoğlu’nda bir takım hareketliliklerin olduğu bir dönemdi.
Hazır 1990’ları konuşurken Ahmet San organizasyonuyla gerçekleşen dev stadyum konserlerinden bahsetmemek olmaz. İKSV’nin organizasyonu olan Bryan Adams’ın İnönü Stadyumu konseri gerçekleştiği 28 Temmuz 1992’de bir ilk olarak tarihteki yerini aldı. Ardından popun kralı Michael Jackson, Madonna, Guns’n’Roses, Metallica, Tina Turner, Elton John, Brian May gibi yıldızlar da peşi sıra stadyum konserleri için İstanbul’un yolunu tuttu.
Kemancı Bar’ın müdavimleri
Sıraselviler’de artık yerinde yeller esen Kemancı Bar, -ki ilki yanan eski Galata Köprüsü’ndeydi- belki de hiç tasavvur etmediği bir kırılmaya vesile oldu. Şebnem Ferah, Özlem Tekin, Teoman, Kargo ve Pentagram, Türkiye’yi 1960’lardan sonra ikinci kez daha Batı tipi bir rock ve hatta metal müzik ile tanıştırıyordu. 1999 Depremi sonrasında rockçılara yönelik büyük bir bilgisizliğin mahsulü olan cadı avını bir kenarda bırakırsak 2000’li yıllarda fırtına gibi esecek bir türün temelleri bir nevi Kemancı Bar’da atıldı.
Sidney Opera Binası önündeki havai fişek gösterisi yeni bir binyılı yeni umutlarla karşılıyordu. Sonrasında Tokyo, Pekin, Yeni Delhi ve diğerleri sırasıyla ve de büyük umutlarla 2000’lere merhaba dedi. Hiç eksik olmayan siyasi ve ekonomik krizlerle mücadele eden Türkiye, 2003’te “milli bir dava” haline gelen Eurovision’da nihayet ilk birinciliğini elde etti. Sertab Erener ve Demir Demirkan imzası taşıyan ‘Everyway that I can’ büyük alkışlar eşliğinde birinci olurken Kemancı Bar’dan yükselen sesler yavaş yavaş dışarıda da duyulmaya başlamıştı. Kargo, mor ve ötesi, Athena, Kurban, Duman, Çilekeş, Direc-t, Redd gibi gruplar seslerini daha fazla duyurmaya başlarken Şebnem Ferah da tam manasıyla bir patlama gerçekleştirir. Pop, 90’lardaki şöhretini şimdilik korurken 2004 yılında yayınlanan bir şarkı yeri yerinden oynatacaktı.
Neyim var ki rapten gayrı?
“İstanbul bizimdir bizim kalacak. İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizeleriyle Nefret ilk işaret fişeğini çaksa da Ceza’nın ‘Rapstar’ albümünde yer alan ‘Neyim Var ki?’ Türkçe Rap için Cartel’den sonra ikinci büyük ve çok daha kalıcı bir atılım oldu. 2000’lerle birlikte müziğin geneli adeta alternatif türlerin yavaş yavaş egemenliğine girerken Ceza ve Sagopa Kajmer kuşkusuz bunda mor ve ötesi, manga ve Duman kadar pay sahibiydi.
Evet, video kliplerin televizyonlarda yayınlanması hâlâ önemliydi ama internetin yaygınlık kazanması işleri epey değiştirmişti. Yasal olmasa da mp3’lerin yaygınlık kazanması özellikle de yeraltından çoktan çıkmış olan bu yeni rock ve rap müzisyenlerin üniversitelerde, kafelerde ve sokaklarda çok daha fazla dinlenir olmasını sağlamıştı. Babylon, Yeni Melek, Dorock gibi yeni açılan mekânlar konserlerin kış aylarında da devam edebilmesine olanak sağlarken hem rock hem de rap için seslerini duyurmada aracı oldu.
Festivallerden festival beğen
Bugün bahsi her geçtiğinde katılımcıların uzaklara daldığı Rock’n’Coke tecrübesi de yine 2000’lerin en büyük fenomenlerinden oldu. Tıpkı 1990’larda olduğu gibi 2000’lerde de dünyaca ünlü müzisyenler İstanbul’a teşrif ediyor, unutulmaz performanslar sergiliyordu. Türkiye 2010’lu yıllara da bu atmosferle girdi. Birbiri ardına gerçekleşen festivaller, müzikseverleri zorlu tercih süreçlerinin tam arasında bırakıyordu. Metallica, Rammstein, Iron Maiden, Aerosmith, Scorpions, Massive, Attack, Muse, Rihanna, Lady Gaga, Madonna bu dönemde İstanbul’da konser verirken önce Gezi olayları, ardından terör saldırıları ve 2016’daki darbe girişimi pek çok güzelliği mazide bıraktı.
Tam da toparlanma emareleri gözükürken bu kez de pandemi bir darbe daha vurdu. Ama müzik dinleyiciler nezdinde önemini asla yitirmedi. Alternatif Rock ve Türkçe Rap, kabuk değiştirerek özellikle gençlik nezdinde ana akım haline gelirken yeni açılan konser mekanları müziğe erişimi kolaylaştırdı. Derken geleneksel değerleri savundukları iddiasıyla kimi dernek ve vakıfların hedef göstermesiyle festival yasakları özellikle pandemi sonrası ne yazık ki bir rutine dönüştü. Ancak görüldüğü üzere Türkiye’nin tarihi hep bu tip iniş ve çıkışlarla hatta bunların iç içe geçtiği dönemlerle dolu.
Cumhuriyetin müzik serüveni bu bakımdan bir yanıyla yüzünü çevirdiği Batı ile kimi zaman senkronize kimi zamansa kendi doğruları çerçevesinde ilerledi. Darbelerin, sıkı denetim mekanizmaların ve dahi toplumsal baskıların arasından müzik ne olursa olsun kendini ifade etmenin en estetik araçlarından biri olmayı sürdürdü. Velhasıl yaşasın Cumhuriyet, teşekkürler Mustafa Kemal Atatürk.