Sarı kırmızı aile manzaraları
Süper Lig'in şöyle bir geri dönüşüm mantığı var; dişliler o denli çabuk dönüyor ki, bir teknik direktör bir kulüpten ayrılıyor, bir hafta sonra bir başka kulüpte işe başlıyor.
‘Süper Kupa krizi’, ‘Yılbaşı arası’ derken bir müddet gözlerden ırak seyreden Süper Lig, cumadan itibaren oynanan karşılaşmalarla kaldığı yerden devam etti, ediyor… Bu haftaki maçlar ve ertelenen ‘16. Hafta’ müsabakalarının da 9, 10 ve 11 Ocak’ta tamamlanmasıyla birlikte maratonun ilk bölümü, yani Latinlerin deyimiyle ‘Apertura’ya son nokta konulmuş olacak. Malum, endüstriyel futbol takvimi içinde sıkıştırılmış bir serüvenin parçasıyız ve eskisi gibi öyle dört başı mamur ‘Lig araları’ yok. Hele hele bu yaz ‘Euro 2024’ gibi bir faaliyetin de olduğu düşünülürse her şey jet hızında gerçekleşecek. Dolayısıyla yazının başında küçük bir dokunuşla değindiğim gözlerden ırak kalma hali kimi takımlar için aynı zamanda teknik direktör değişikliği fırsatı da tanıdı.
Bu alanda içinde bulunduğumuz sezon itibariyle en ilginç gelişmeler bizim kuşak için istikrarın en bilinen adreslerinden biri olan Beşiktaş’ta yaşandı örneğin. Siyah-Beyazlılar geçmişte tek bir isimle, Gordon Milne’le birlikte geçirdiği onca sezonla tanınıp zihinlere yerleşmişken ‘post-modern çağlar’da bambaşka bir refleks gösterdi ve içinde bulunduğumuz zaman diliminde inanılmaz bir rekora imza attı! Evet, Kartal’da bu sezon itibariyle Şenol Güneş, Burak Yılmaz ve Rıza Çalımbay’ın ardından dördüncü teknik direktör kulübede oturacak (ki Serdar Topraktepe gibi bir ‘nöbetçi’ istasyon da var bu hızlı akışta). Ne diyelim, kulübeye geçmesi en muhtemel isim olan Giovanni van Bronckhorst (gerçi ondan da vazgeçildiğine dair haberler yazılıp çiziliyor) hayırlı uğurlu olsun ama bu birliktelik gerçekleşirse Hollandalı çalıştırıcının işinin çok çok zor olduğu kesin. Ya da şöyle söyleyeyim, kim gelirse gelsin… Kendisi (ya da karar verilen isim) uygun bir seçim mi değil mi; zamanlaması nasıl, acaba bu süreç mesela Topraktepe’yle geçiştirilip takım önümüzdeki sezon başı mı yeni bir isme teslim edilmeliydi; bütün bunları yaşayarak göreceğiz. Çünkü bu denli sorunlu bir kadronun başına gelmek yeni teknik direktörü de erkenden eskitebilir ve hızlı yıpranma kulübü yine, yeniden başka bir isim arayışına itebilir.
Bu arada yeri gelmişken kendi adıma şu notu da düşeyim: Herhangi bir camianın eski efsanesi olmak şimdiki zamanlarda da var olmak, takımı devralmak için yeterli bir kriter değildir. Rıza Çalımbay bence gerçekten de fazlasıyla zaman dışı bir profildi. Oyuna bakışı, modern futbolla ilişkisi, kriz yönetimi vs. özellikleriyle günümüz futbol dinamikleri içinde tutunması çok zordu. Sevgisi ve hırsı vardı elbette ama bunlar son derece sert ve fırtınalı bir iklimde, suyun üzerinde uzun süre kalınmasını sağlayacak özellikler değildi ve beklenen oldu, yollar bir an önce ayrıldı… Ben benzer meselelerin Samet Aybaba için de geçerli olduğu düşüncesindeyim. Eski formüllerle, bakış açısıyla, yaklaşımlarla şimdiki çağı yakalamak pek de kolay değil, hele hele böylesi bir ortamda vakit kaybı…
Öte yandan futbola verilen ‘Küçük mola’ esnasında Sivasspor’da da kulübenin sahibi değişti; Servet Çetin gitti, yerine Bülent Uygun geldi. Kırmızı-Beyazlı kulüp nispeten ‘genç kuşak temsilcisi’ konumundaki Çetin’le yolları ayırdıktan sonra niye böylesi bir tercihe yöneldi? Muhtemelen o ünlü klişe, ‘kulübü ve şehri tanıma’ kriteri devreye girdi ve takımın eski çalıştırıcılarından bir isimle anlaşıldı. Tabii ki yargı için çok erken ama bütün konuşmalarının, açıklamalarının ana ekseni ‘hamaset’ üzerine kurulu Uygun’un da ben zamanımız futbolu için çok da ‘uygun’ bir isim olduğu kanaatinde değilim. Modern zamanlar başka ışıltılar, başka renkler ve tatlar içeriyor, lakin Sivasspor benim için ‘demode’ bir teknik direktör sıfatını sahip Rıza Çalımbay’la birlikte de bir hayli yol kat etmişti. Dolayısıyla buraların futbol iklimi çoğu kez işin teorisini rafa kaldırır ve pratikte bambaşka sonuçlara göz kırpar. Yani Bülent Uygun konusunda da yanılma ihtimalim var elbette ki.
Ve bir başka kan değişikliği cephesi Akdeniz dolaylarından geldi. Nuri Şahin doğup büyüdüğü, yetiştiği, futbola ve hayata dair öğretilerini, doğrularına aldığı topraklara, onu oyunun hatırı sayılı figürlerinden biri haline dönüştüren eski yuvası Dortmund’a uçuverdi ve Antalyaspor da maratonun geri kalan kısmını yeni bir çalıştırıcıyla devam etmek durumunda kaldı. Evet, bilindiği üzere Kırmızı-Beyazlılar artık Sergen Yalçın’a emanet. Nuri Şahin nihayetinde bir Batılıydı, oyunu okuma biçimi yetiştiği kültürün yansımasıydı. Futbolculuğunda da kısa bir geçmişe sahip teknik direktörlük uğraşında da bu doğrultuda hareket etti. Plan, progman, akıl, mantık, mücadele, daha fazla çalışma temel motivasyonlarıydı. Sergen Yalçın kurak bir futbol ikliminin güzide bir unsuruydu. Çok özel bir yetenekti, elbette oyunun tamamında yoktu ama rol alması gereken bölümlerde ortaya çıkar, olağanüstü yeteneğini gösterir, şovunu yapar ve alkışlar eşliğinde sahneyi terk ederdi. Teknik direktörlük meselesine gelince, bu meslek daha uzun soluklu bir çabayı barındırıyor; devamlılık, ısrar, oyunun bütününde yer alma, sadece saha içinde değil dışında da etkin olmayı gerektiriyor. Bu özellikler Yalçın’da yok mu, var elbet ama naçizane kanaatim kendisinin bu alanda bir ‘kısa mesafe koşucusu’ olduğu yönünde. Bir de özellikle Beşiktaş serüveni dolayısıyla geride bıraktığı tortular üzerinden analiz yapabiliyoruz; örneğin Ghezzal’ı birkaç dakikalık video görüntüsüyle izleyip kadroya dahil ettiğine tanık olmuştuk. Takım Süper Lig’de şampiyonluğa averajla ulaşırken maratonun son bölümlerinde çok da etkileyici bir performans sunamamıştı. Avrupa cephesinde ise çok çok kötü bir görüntü sergilendi ve grup serüvenini ‘Altıda sıfır’la tamamlandı.
Neyse, bunların hepsi geride kalmış istatistiki bilgiler; tabii ki Sergen Yalçın’ın Antalyaspor kariyeri başarılı geçebilir. Akdeniz temsilcisi bence ligin iyi top oynayan ekiplerindendi, bu vasfını yeni hocasıyla da sürdürebilir. Benim bu nöbet değişiminde altını çizmeye çalıştığım nokta şu; Nuri Şahin’le Sergen Yalçın’ın futbol kültürleri, yaklaşımları, çözümleri vs. temel bakış noktaları yetişmiş oldukları iklim dolayısıyla o kadar farklı, o kadar birbirlerine uzak ki, ‘devamlılık esası’ açısından ortada bir bütünlük ya da tamamlayıcılık göremiyorum. Ki aslında Antalyaspor yönetimi de benzer bir mantıkla yaklaşıp “Sergen hoca kısa mesafe koşucusu, biz de ondan belki en fazla yarım sezon yararlanabiliriz, başarılı olursa da devam ederiz” düşüncesiyle hareket etmiş olabilir elbette.
Teknik direktörler tarih boyunca bu oyunun ilk eldeki kurbanları oldu hep. Takımlar ne zaman tökezlemeye başlasa fatura onlara kesildi hemen. Bu, bütün dünyada geçerliliği olan bir durum, Türkiye’nin farklılığı ise önce faturayı hakemlere kesmek, sonrasında da hemen kulübede kan değişikliğine gitmek. Öte yandan futbolumuzun öncelikli vitrini konumundaki Süper Lig’e bakarsak bu sezon başladıkları görevi halen sürdüren sadece dört teknik direktör var; Okan Buruk, İsmail Kartal, İlhan Palut ve Volkan Demirel… Bu arada bu sistemin şöyle de bir geri dönüşüm mantığı var; dişliler o denli çabuk dönüyor ki, bir teknik direktör bir kulüpten ayrılıyor, bir hafta sonra bir başka kulüpte işe başlıyor; aslında kâğıt üzerinde ‘kıyım’ gibi görünen manzara kendi içinde bir sirkülasyon mantığını ve işsiz kalmama durumu da barındırıyor. Böyle işleyen bir çarkta da aynı takımı kariyerleri boyunca birden çok çalıştırmış isimlere rastlamak mümkün.
Öte yandan günümüze ilişkin tabloya bakarsak ‘Süper Lig’de en uzun süredir takımının başında bulunan tek isim Okan Buruk ve onun da görev süresi hali hazırda bir buçuk yıl dolaylarında. İstikrar, devamlılık, sabır, zaman tanıma mı dediniz? Kusura bakmayın bizim futbol literatürümüzde olmayan ifadeler bunlar…