‘Büyük Zarifi Apartmanı’, Türkiye tarihinin üç farklı döneminde, son derece travmatik izler bırakarak yaşanan zorunlu Rum göçlerinden öykü kesitlerini, yaşamına bugünün İstanbul’unda devam eden 150 yaşındaki bir Rum apartmanın içinden anlatıyor.
2007 Mayıs’ında bir otobüs dolusu mübadil ve mübadil torunuyla birlikte, Lozan Mübadilleri Vakfı organizasyonuyla İstanbul’dan kuzey Yunanistan’a doğru yola çıkmıştım. Selanik, Vodina, Karaferya, Yenice, Serez’i gezip; 80 küsur sene önce bu topraklardan Türkiye’nin hiç bilmedikleri yerlerine doğru göç ettirilen mübadillerle birlikte onların ‘ana-baba-dede evlerini’ keşfetmekti amaç.
Pazarlar (Agora) Köyü’nde kalabalık grubumuzu görünce “Siz hepisi Türksünüz?” diye heyecanla seslenmişti, iki yaşlı Rum kadın bize, Maria ve Sofia. Sonra da kendi anne babalarının da buraya Bursa’dan geldiklerini söylemişlerdi.
Aynı köyde ilerledikçe, ekibimizden 74 yaşındaki Feruze Hanım, annesinin Lozan Mübadelesi kapsamında arkasında bırakmak zorunda kaldığı evini tarife göre bulup, evin yeni sahibinin gözyaşlarıyla verdiği izin eşliğinde, bir avuç toprak almıştı. Her gittiğimiz köyden birer avuç toprak ve Rumca-Türkçenin birbirine karışarak aktarıldığı mübadele anılarıyla dönmüştük.
Köklerinde mübadele, göç, zorla yerinden edilme öyküsü olmayan genç bir gazeteci olarak müthiş etkilenmiştim bu yolculuktan. Aynı dönemde Türkçede yayımlanan romanı (‘Anayurt’, e Yayınları) vesilesiyle söyleşi yaptığım, 10 yaşındayken (1971’de) Bozcaada’dan (Tenedos) ayrılıp Avustralya’ya göç etmek zorunda kalan Dmetri Kakmi’nin söyledikleri de aklımdan hiç çıkmadı:
“Annemle babam Avustralya’ya vardığımız andan itibaren Tenedos ve Türkiye hiç olmamış gibi davranmaya başladılar. Kimse sorularıma yanıt vermedi. Annemin bana, ‘Tenedos diye bir yer yok’ dediğini hatırlıyorum. Avustralya evimizdi, burada yaşamayı öğrenecektik. Tenedos, hayalini kurduğum ama zamanla düşünmeyi unuttuğum bir yer haline geldi.”
Önceki akşam, 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde izleme şansı bulduğum (gerçekten ‘şans’, zira oyun özel bir konsepte sahip ve her gösterimde en fazla 20 seyirciyi ağırlayabiliyor) ‘Büyük Zarifi Apartmanı’ndayken ve sonrasında üzerine düşünürken; aklımdan yukarıya alıntıladığım anlar, ifadeler geçip durdu.
Oyun çünkü, tam da yukarıda bahsettiğim, zorunlu göç deneyimini Cumhuriyet tarihinin farklı zaman dilimlerinde yaşamış Rumların ve (bir parça da) Türklerin kurmaca (gerçek hayattan esinli) öykülerini 150 yıllık İstanbullu bir Rum apartmanında ‘yaşatıyor’.
Tarihin 1800’leri 1900’lere bağlayan diliminde, İstanbul’un varlıklı ailelerinden Zarifilerin yaptırdığı, bir dönem yetimhane olarak da hizmet veren bu haşmetli apartmanın şimdiki sakinleri arasında Lozan Mübadilleri Vakfı ve istos yayın var. istos, 50’lerden sonra adeta karadeliğe itilen Rumca yayıncılığı canlandırmak, anımsatmak için üreten bir yayın ve yapım topluluğu.
Epeydir kitapların yanı sıra film de çıkıyordu bu hafızası yüklü ‘apartmandan’. İstanbul Tiyatro Festivali’ne hazırlanan ‘Büyük Zarifi Apartmanı’ işte, istos’un ilk tiyatro yapımı. Mekâna özgü bir iş olarak tanımlanıyor, ‘Büyük Zarifi Apartmanı’. Ama bence daha çok mekânın halihazırda, 100 senedir anlattıklarını sanatsal bir dille ortaya çıkaran bir iş bu.
Oyunun yaratım sürecini, proje tasarımında imzası olan ve oyunun yazarlarından İlyas Özçakır’ın mekânda başka bir işin çekimi için bulunup, buradan etkilenmesi tetiklemiş. İlyas Özçakır aslında; Zarifi ve parkeleri çoktan gacır gucur olmuş 100, 150 küsur yaşındaki diğer onlarca, yüzlerce apartmanın başından geçenleri ortaya dökmüş… Oyun, dikkatli gözler için daha merdivenleri tırmanırken başlıyor; sadece kulağınıza çalınacak Rumca-Türkçe ezgilere değil, camları kaplayan eski gazete parçalarına da göz atmayı atlamayın.
istos yayın’ın ofisinin bir kısmı, oyun için geçmişle bugün arasında üç farklı daireden kesitler sunacak şekilde, detay detay baştan yaratılmış. Seyircilerin oturduğu plastik sandalyeler dışında gördüğümüz her şey -fotoğraflardan plaklara abajurlardan kesme küllüklere- karakterlerin evlerini, dönemlerine göre tasvir edecek şekilde karşımızda.
Kolektif bir çabanın ürünü olan oyunun yazar ekibi de kalabalık: H. Can Utku, İlias Maroutsis, Fulya Özlem, Sandra Penso, İlyas Özçakır, Çağdaş Ekin Şişman. 80 dakika içinde birbirini izleyen üç ayrı oyun kuruluyor, apartman dairesinin birbirine bakan oda ve bölmelerinin içinde. Türkiyeli, İstanbullu Rumların başından geçen, farklı zaman dilimlerinden üç ayrı göç öyküsünden kesitler bunlar.
Stand up’çı olarak tanıdığımız Pınar Fidan ve oyunun Yunanistan’dan transferi, Rasmi Tsopela ile başlayan ilk oyun, beni alıp üstte anlattığım Lozan Mübadilleri ziyaretine fırlatıyor. İzin gününde evinde temizlik yapan yalnız Türk kadın Serap’la, turist olarak İstanbul’u gezen, genç kadının annesi yaşındaki Yunan kadının (Elefteria) ne gibi bir ortak noktası olabilir?
Sirkeli kurabiyenin kokusu ya da her iki kadının rüyalarında, zihinlerinde ayrı ayrı beliren evler ne anlama gelmektedir? Ortak bir dili olmayan bu iki kadının yolu, üzeri ‘zaman’la ve ‘hafızasızlıkla’ örtülmüş kolektif bir geçmişte kesişir mi? Pınar Fidan ile Rasmi Tsopela bu karşılaşmayı sanki gerçek manada yaşıyor karşımızda. O kadar ‘çalışılmamış’ bir ikna edicilikleri var ki. Az sonra biraz daha ağır öyküler akacak oysa gözümüzün önünden; neyse ki hafif, kaldırması bir nebze daha kolay bir açılış bu…
İkinci kısımda istos ekibinin sinema gözü de giriyor devreye. Canlı performansın etkisiyle (Çağdaş Ekin Şişman sesinin renginden bedeninin aldığı forma, müthiş bir yaşlı Rum kadın, gençliğinde bir Rebetiko şarkıcısı olan Hrisula olarak karşımızda) kamera aracılığıyla önümüzde beliren görüntünün büyüsü iç içe geçiyor. (Buradaki sahneleme tercihi gerçekten çok samimi ve akıllıca, tarif edip sürprizi bozmayayım.)
İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Rum vatandaşların (Kıbrıs krizinin faturası sert ve travmatik bir şekilde bu insanlara ödetilmişti) ait oldukları hayattan, ülkeden, evlerinden zorla (çantaları bile 20 kiloyu geçmeyecekti) gönderildiği 1964 senesinden küçük bir kesit oynuyor karşımızda. Hikâyesinin duygusal yükünün bıraktığı ize ek olarak görsel ve müzikal boyutuyla etkisi yüksek bir bölüm burası.
Son parçada bugünün İstanbul’undayız. Yaşlı bir İstanbullu Rum olan Leandros (Gafur Uzuner) ile genç aktivist Aslan’ın (Umut Çınar) beklenmedik karşılaşmasından iki farklı ‘azınlık’ öyküsü çalınacak kulaklarımıza. Bu kez Rumların (ve diğer dini azınlıkların) cumhuriyet tarihinde yaşadığı tartışmasız en ağır, tarihimizin en utanç verici vakitlerinden olan 6-7 Eylül’ü (1955) hatırlatacak bize ikilinin arasındaki yine hayli ikna edici akış.
‘Büyük Zarifi Apartmanı’ bizi tıpkı oyundaki ‘davetsiz misafirler’ gibi bir apartmanın içine sızdırıyor önce. Sonra büyük laflar etmeden aktardığı küçük kesitler aracılığıyla bize bu şehrin yakın geçmişine kulak vermemiz gerektiğini anımsatıyor. Ama Beyoğlu’nun yaşlı binalarının parkelerinin, duvarlarının, apartman boşluklarında asılı kalan seslerin peşine düşerek; ama okuyarak, sorarak, dinleyerek, izleyerek…
Bunu bir şekilde ama mutlaka yapmamız gerektiğini, ismi gibi zarifçe anımsatıyor. Türkiyeli Rum ve Avustralyalı yazar Dmetri Kakmi, kendisiyle Radikal gazetesi için yaptığım söyleşide “Türkiye, bir tür mecburi tarihi hafıza kaybı yaşıyor gibi. Rumları, Kürtleri, Yahudileri, Ermenileri, Pontusluları, diğer etnik grupları ve kültürel zenginliğinizin ortak bir havuzdan geldiğini görmemek üzücü bir durum. Bunun adı cahillik ve cehaletin mazereti olmaz. Kendini eğitmek, her bireyin sorumluluğudur. Türk çocuklarına zengin, karmaşık ve bazen şiddetli miraslarını öğretmenin de Türkiye Cumhuriyeti devletinin görevi olduğunu düşünüyorum” demişti.
Her seferinde sadece 20 kişinin izleyebildiği, çok naif bir dille kurulan bu oyunla ve 10 seneyi geride bıraktıkları yayıncılık mesaileriyle kendi üstlerine düşen sorumluluğu farklı formlarda yerine getiren istos ekibine teşekkürlerle… Yolunuzu düşürüp hem mekânı hem oyunu görmeniz önerisiyle. ‘Büyük Zarifi Apartmanı’ mekân-anlatı ilişkisine iyi bir örnek olarak çağdaş tiyatro hafızamızda yerini aldı bile.
Büyük Zarifi Apartmanı
istos
Projeyi tasarlayan&yöneten: İlyas Özçakır
Yazarlar: H. Can Utku, İlias Maroutsis, Fulya Özlem, Sandra Penso, İlyas Özçakır, Çağdaş Ekin Şişman
Oyuncular: Çağdaş Ekin Şişman, Gafur Uzuner, Pınar Fidan, Rasmi Tsopela, Umut Çınar
Video oyuncuları: Ali Baran Özcan, Andreas Sarantidis, Çağdaş Ekin Şişman, Oğulcan Arman Uslu, Yusuf Tan Demirel
Ne zaman, nerede: 3 Kasım Cuma 17.00 ve 20.00’de, 4 Kasım Cumartesi 13.00 ve 16.00’da, 5 Kasım Pazar 13.00 ve 16.00’da Büyük Zarifi Apartmanı’nda (Beyoğlu).
Süre: 80 dakika
Bilet fiyatları: 10 (Eczacıbaşı Genç Bilet) ve 350 TL.
Genç bir gazeteci kadın söyleşi yapmak üzere Nobelli fizikçi Albert Einstein’ı evinde ziyaret eder. Ama peşinde olduğu sıradan bir söyleşi değildir, büyük fizikçinin geçmişini kurcalamaya gelmiştir… Amerikalı tiyatro yazarı ve senarist Mark St. Germain’in oyunu, “Büyük bir sanatçı ya da bilim insanı, aynı zamanda iyi bir insan mıdır?” diye soruyor. Buğra Koçtepe’nin yönettiği oyun, Einstein’ın ‘izafiyet’ teorisine bambaşka bir açıdan bakıyor. 3 Kasım Cuma 20.00’de Pursaklar Devlet Tiyatroları Sahnesi’nde.
Geçen senenin en ilgi çekici oyunlarındandı. İki çok iyi oyuncu (her ikisinin de bu ve eş dönemli farklı oyunlarıyla ödül adaylıkları ya da ödülleri var) İpek Türktan ile Tolga İskit, Gülhan Kadim’in naif reji gözüyle çıkıyor karşımıza. 1970’lerden bugüne gidip gelen bir aile öyküsü olan ‘oyuncaklı’ metinde ise Firuze Engin’in imzası var. Kendimizi kâh 70’lerin sıkıyönetim günlerinde, kâh 2000’lerin karantinasında ‘sokağa çıkma yasağı’ günlerinde buluyoruz. Sahne sahne bir aile ağacı yeşeriyor önümüzde. Hüznü de komedisi de çok iyi dengelenmiş bir iş. 4 Kasım Cumartesi 20.30’da Oyun Atölyesi’nde.
‘Çocuk sahibi’ olmak ya da dünya tarihinin çelişkilerle örülü bu çalkantılı evresinde ‘insan kalabilmek’ üzerine bir oyun. Nergis Öztürk ile Engin Hepileri çok uyumlu bir ikili; uzun senelerdir de oynuyor oyun, iyice pişmiş bir iş. Duncan Macmillan imzalı metin, şehirli, orta sınıfa mensup profilden hemen herkese epey tanıdık gelecek vurgularla bezeli. Mehmet Birkiye’nin yönetiminde dinamik ve eğlenceli bir dille akıyor… 6 Kasım Pazar, 20.30’da Ankara Şinasi Sahnesi’nde.
Mültecilerin günümüzde yaşadığı insanlık dışı yaşamlarla Türkiye-Yunanistan arasındaki göç öykülerini kesiştiren oyun Sema Elcim’in imzasını taşıyor. Avrupa’nın en büyük mülteci kampı Moira’nın bulunduğu Midilli Adası’nda geçen hikâyeler sahnede Ayşegül Tekin, Banu Çiçek, Batur Belirdi, Burak Tamdoğan, Çiçek Dilligil, Doğu Can, Ersin Umut Güler, Kerem Pilavcı’ya teslim. Yönetmen Ahmet Sami Özbudak metni, trajik anlatısına zıt bir tercihle; işlevsel bir sahne tasarımı ve rejiyle ayağa kaldırıyor. 10 Kasım Cuma, 20.30’da House of Performance’ta.
Bu sene iki ayrı oyunundaki yetkin rolüyle Afife Tiyatro Ödülleri’nde ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüne aday olan Özlem Zeynep Dinsel’e ödül, ‘Kızlar ve Oğlanlar’daki performansıyla gitti. Çok ağır, hazmetmesi zor bir metin (bir yarısından sonra özellikle), Dennis Kelly’nin yazdığı. Bir annenin başından geçen çok trajik bir deneyimin, oyuncu için hayli zorlayıcı bir aktarımın; Özlem Zeynep Dinsel müthiş soğukkanlı bir samimiyetle üstesinden geliyor. 5 Kasım Pazar 16.00’da Oyun Atölyesi’nde.