Yayın ekranında milli gün
14 yaşından beri nadir görülen kas hastalığı FSHD hastası, on yıllardır başkalarının yardımıyla hareket edebiliyor. Son yıllarda solunum cihazlarıyla nefes alabiliyor. 77 yaşındaki İrfan Balıoğlu, bu hastalıkla yaşarken statik alanında dünya çapında bir mühendis oldu. Şimdi yaşam öyküsünü anlatıyor.
İrfan Balıoğlu adını önce, Balkar Mühendislik’i bilen bir inşaat mühendisi arkadaşımdan duymuştum. Anlattığı detaylar çok ilgimi çekmişti. Balıoğlu’nun statik konusunda dünya çapında isimlerden olduğunu, hayatını tekerlekli sandalyede sürdürdüğünü söylemiş ve o dönem nasıl çalıştığına dair bilgi vermişti: İşe kısıtlı süre için gelebiliyor, geleceği zaman ofiste çalışanlara önceden haber veriliyor, onlar da 2-3 dakikalık toplantılar ayarlayarak, Balıoğlu’nun engin bilgisinden yararlanıyorlar. Bu toplantılarda projeye dair kritik soruları yanıtlaması, karşısına çıkacak problemlere hep hazırlıklı olabilmesinden çok etkilenmiştim. Aklımdan çıkmayacak bir yeri vardı artık ama hakkında çok fazla yazı-söyleşi-haber bulabildiğimi söyleyemem.
Daha sonra Hürriyet gazetesinde çalışırken sıra arkadaşım -gerçekten aynı masada çalışıyorduk- Zeynep Miraç, eski komşuları olan İrfan Balıoğlu’yla bir söyleşi yapacağını söylediğinde hikâyesini daha detaylı öğrenebileceğim için çok sevinmiştim.
İrfan Balıoğlu’nu ben neden merak ediyordum, onu anlattım. Sizin neden bu muhteşem mühendisi tanımanız gerektiğine dair detayları da şimdi aktaracağım.
1946’da Erzincan, Eğin’de doğan Balıoğlu, ilkokula doğduğu yerde başlıyor, sonra İstanbul’a göç ediyorlar ve eğitimini burada sürdürüyor. 14 yaşında FSHD adında, çok nadir görülen bir kas hastalığına yakalanıyor. Tabii bu teşhisi çok sonra öğreniyor. Çünkü o üniversite çağındayken, hastalığın bu olabileceğini, İngiltere’de gördüğü bir hastanın durumuyla paralellik kuran Prof. Dr. Sabahattin Kerimoğlu’ndan öğreniyor. Daha öncesinde çocuk felci geçirdiğine dair bir teşhis var. Fakat talihsizlik şu, çocuk felci olan bir kişiye tavsiye edilen bolca hareket etmek, FSHD hastası için tam tersi etki yaratıyor. Yani FSHD olan biri aslında az hareket etmeli.
FSHD, yani Fasyo-Skapulo-Humeral Distrofi, tedavisi olmayan bir hastalık. Zaman içinde kas hücreleri, yağ hücrelerine dönüşüyor. Ve bu gidiş, tersine döndürülemiyor. Günden güne Balıoğlu’nun yaşamını kısıtlıyor. Önce merdivenleri çıkmak, daha sonra yürümek zorlaşıyor, bunu herhangi bir hareketi yapamaz hale gelmesi takip ediyor. Artık çözüm tekerlekli sandalyeye geçiş oluyor. On yıllardır, başka insanların yardımlarıyla hareket edebiliyor ve solunum cihazlarıyla nefes alabiliyor. Tüm bu süreçte değişmeyen şey, onun mühendislik alanında gelişip bir dev haline gelmesi.
İrfan Balıoğlu, dünya çapında bir inşaat mühendisi. Statik konusunun efsanesi olduğunu uzmanlar söylüyor. Ama bunu ona emanet edilen projelerden, kapısına dizilen firmalardan da anlamak mümkün.
Kurucusu olduğu Balkar çatısı altında, bu topraklara sığmayan projelere imza atmış. Türkiye’deki ilk yüksek yapıların yanı sıra dev projelerin künyesinde de adını görüyoruz.
İTÜ İnşaat’tan 1968’de mezun olan Balıoğlu, yapısal tasarım mühendisliği alanında çalışmayı seçip bu alanda Türkiye’deki ilk bilgisayar programını yazdı. Bunu da Türkiye’ye bilgisayar sokmanın kanunen yasak olduğu dönemde, bilimin ilerlemesinin engel tanımayacağını gösterir şekilde, ülkeye kaçak yollarla bilgisayar getirtip ofisinde kullanmaya başlayarak yaptı ve alanındaki öncü çalışmalara imza attı. Koyduğu çıtayı da hep kendisi yükseltti.
Çıkan kısmın mesleki olarak özeti şu: Yapıların, hem kendi içindeki hem de çevresel faktörlerin etkisiyle karşılaşacağı zorluklar karşısında senaryo ne olursa olsun ayakta kalmasını, bu kadar sağlam bir yapıyı da kaynakları en verimli şekilde kullanarak inşa etmeyi hesaplayan kişi oluyor İrfan Balıoğlu. Gördüğünüz gibi epeyi zor bir iş.
İrfan Balıoğlu, hayatını kapsamlı şekilde “Engelli Bir Mühendisin Engel Tanımayan Yaşamı” kitabında anlatıyor. Pelin Derviş’in editörlüğünde hazırlanan kitap yakın dönem Türkiye tarihi olarak da okunabilir. Bir mühendisin mesleki olarak gelişimi, her yeni projede karşılaştığı zorluklar ve o zorlukların üstesinden nasıl geldiği, bu çalışmayı bence her mühendis için bir başucu kitabı haline getiriyor.
Mühendislik gereği kısıtlı kaynakların verimli kullanılmasında uzman olan Balıoğlu, konuları anlatırken de aynı yolu izlemiş: Az kelimeyle en anlaşılır şekilde konuyu anlatıyor. Bu tabloda Pelin Derviş’in editörlüğünün de altını çizmek gerek.
Son yıllarda okuduğum en güzel biyografilerden biri olarak, elimden bırakamadığım kitaptan sayısız bölümün altını çizdim, burada 10 tanesini paylaşacağım. Bu bölümler, hem yakın Türkiye tarihinden detaylar içeriyor hem de Balıoğlu’nun muhteşem mühendisliğini kanıtlar nitelik taşıyor.
Yıl 1977. “O yıllarda Türkiye’ye bilgisayar sokmak kesinlikle yasaktı. Türkiye’de IBM gibi birkaç tane bilgisayar firması vardı. Satın alma izni için onlara bir fizibilite raporu sunduk. Bu raporu çok değerli arkadaşım Yavuz hazırladı ve durumu takip etti. Birkaç ay sonra olumsuz yanıt geldi. Gerekçe: ‘Türkiye bilgisayar çöplüğü mü olacak?’ İnanılmaz bir şey. Bilgisayar şimdi herkesin elinde, hayatımızın her yerine girdi, çok daha evvel olmalıydı. Ben bilgisayar istiyordum. Amerika’da yaşayan bir arkadaşım bir Altos (mikrobilgisayar) aldı, bir yazıcıyla birlikte Almanya’da ticaretle uğraşan bir arkadaşa ihraç etti. Ardından ‘Klima cihazı’ olarak tırla Türkiye’ye getirildi. Hava karardıktan sonra tır kapıya yaklaştı, söküldü, içeriye taşındı. Biz de kurduk. Dünyalar bizim olmuştu. Ama tabii ayrıca bir korku da vardı, ne de olsa bu işi kaçak yolla yapmıştık.” İrfan Balıoğlu, bu bilgisayarı Türkiye’ye soktuktan sonra yaptığı tüm programları meslektaşlarının kullanımına sunmuş.
“O zamanlar bunu öyle değerlendirmemiştim ama sonraki yıllarda anladım ki biz 68 kuşağıydık ve bu kuşak mühendisiyle, hukukuyla, ekonomisiyle bambaşkaydı. Bu şöyle de yorumlanabilir: O zamanki gençler bir şeyler yapmaya, başarılı olmaya mecburdu. Muhasebe, insan kaynakları gibi birimler yoktu. Şantiye şefi, inşaatın malzeme alımlarını da kendisi yapardı, makine ekipmanlarını, yedek parçaları da takip ederdi. Bunun için de olağanüstü çalışırlardı. Zaman içinde uzmanlıklar patlak verdi. Şantiye şefinin adı ‘Proje müdürü’ oldu. İnsan kaynakları, planlama ayrıştı vs. Demek ki çağ, bunu istiyor. Ama şahsi fikrim bunun -sadece mühendislik için değil, başta sağlık olmak üzere tüm alanlar için- çok da iyi olmadığı. Belki de bundan sonra, bu konudaki açıkların da üstüne gidilecek, farklı disiplinlerin birbiriyle entegrasyonu gelişecek. Ancak bu arada, bizimki dahil birkaç kuşak bu geçişi zor atlatacak.”
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Seyrantepe Hizmet Binası projesi üzerinde çalışılmaya başlıyorlar. Aylar birbirini kovalıyor, İrfan Balıoğlu’nun firması projede bazı değişiklikler talep ediyor. Bunlardan biriyle ilgili aslında bize çok şey anlatan şu detayı veriyor: “Projedeki bir diğer değişikliğimiz, çelik ve tonajı çok ağır olan kolonları kompozit yaparak inşaat maliyetini önemli ölçüde azaltmaktı. Ancak bu iyileştirme talebimiz mimari grup tarafından -mimariye çok az değişiklik getirecek olmasına rağmen- kabul görmedi. Bu, milyon dolarla ölçülebilecek bir tasarruftu, bir kamu yapısında bu tasarrufun kabul görmemesini acıklı bulmuştum.” Bu yapı daha sonra o ya da bu nedenle yapılmamış. 2015 yılında bu yapıdan vazgeçildiğini görüyoruz.
Ve geldik, İstanbul Ataşehir’deki Finans Merkezi projesine. Balıoğlu’nun Vakıfbank Genel Müdürlük binasıyla ilgili çok ilginç bir anısı var. Dinleyelim: “Proje bir yerlere geldi, ‘Bizim bu proje için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan onay almamız gerekiyor’ dediler. Ali Babacan devlet bakanıydı. Projeler önce Ali Babacan’a sunuluyor, ‘evet’ derse devam ediliyordu. Bir gün ‘Artık bu işe başbakanın bakması, onay vermesi gerek’ dedi. Bu esnada başbakan, ‘Burada Selçuklu mimarisinden çizgiler görmek istiyorum’ diyormuş. Murat Cengiz’e sordum, ‘Selçuklu mimarisinden çizgiler ne demek?’ ‘Valla ben de anlamadım ama böyle deniyor’ dedi. Kocaman bir kapı yapıldı, Selçuklu mimarisi mi bilmiyorum.”
Taksim’deki AKM’nin yıkılmasıyla ilgili de bildiklerini anlatıyor Balıoğlu: “Mevcut bina statiğinin ne olduğuna ilişkin detaylı çalışılamamıştı, biz de Tabanlıoğlu’nun renovasyon projesine yönelik bir proje gerçekleştirdik. İhaleyi Yeni Yapı-Taca ortaklığı aldı. Çalışmaya başlamak için sağını solunu kırmaya başladılar. O zaman görüldü ki projelerde görünen taşıyıcı sistemler neredeyse yok. Çıkan betonlar çok kötü. Temel sistemi projede kaset iken açınca kaset olmadığı, projesinde 80×100 santim görünen kolonların yerinde 40×60 santim olduğu görüldü. Bunun gibi, hem mimari hem de statik projesiyle hiç uyumlu olmayan bir mevcut yapı vardı. Bunları üniversite raporlarıyla belgelendirdiler. Şunu çok iyi biliyorum ki güvenlik açısından o bina yıkılmalıydı. Aynısı yeniden yapılabilir miydi? Tabii ki. Ama o yapı yıkılmalıydı, öyle takviye ederek ayakta kalabilecek durumda değildi. Yıkılmasının söz konusu olması beni çok rahatlattı doğrusu.”
Binanın yapıldığı yıllarda statik projesinde imzası olan o dönemin en değerli hocalarından İsmet Aka da varmış ve binanın incelendiği dönemde gördüklerini hiç ona anlatmamışlar: “İsmet Bey’in bu şaşkınlıklarımızdan hiç haberi olmadı. Binaya öylesine tutkuyla bağlanmış ve güvenli olduğuna o kadar inanmış ki böyle şeyler söylemek o yaşta bir insanı yıkardı, o nedenle hiç paylaşmadık.”
İstanbul Havalimanı projesinde kendisine bir konuda danışmak için gelen eski çalışma arkadaşı Turgut Altınsoy vesilesiyle projeyi inceleme fırsatı buluyor ve ilk anda projedeki devasa hataları fark ediyor.
Projenin beş müteahhidinden Naci Koloğlu, yani Kolin İnşaat, kendisinin sınıf arkadaşıymış. Bu hataları söyleyip söylememekte çok düşünmüş çünkü başka birisini kötüleyip elinden işi almak istiyor durumuna düşmek istememiş.
Fakat ortak görüşmeler sonucunda bu durum tartışılmış ve projede ondan bazı işleri yapması istenmiş. O da projeyi alan şirketin hakları saklı kalmak kaydıyla, kendisinin de müdahil olabileceğini belirterek çalışmış. Anlatıyor: “Proje ofisi, uçağın giriş köprüsünü iki pafta çizerek halletmiş. Bana ‘Onu da sen yap’ dediler. Peki. Biz bin üç yüz yirmi pafta çizdik. Otopark ile terminal arasında da köprüler vardı. Onlar için de gene iki pafta çizmişler. Bizse, hesap kitabın dışında, yanlış hatırlamıyorsam yüzün üstünde pafta çizdik. (…) Niyetimin ne olduğunu hem o proje ofisi hem de şantiye, işin yarısından sonra anlayıp fark ettiler ki bu adam işi almak, para kazanmak için yapmıyor bu çalışmaları. Bu, ülkenin prestij projesi, doğru yapılmalı. (…) Sanıyorum 1 milyon metrekare büyüklüğündeki bu tesiste dokunmadığımız yer pek kalmadı. (…) Bu arada para pul yok. İdare ‘Para ödeyelim’ diyor, ‘Sonra konuşuruz’ diyorum. Her şey bitti. Masaya oturduk. ‘Birinci şartım: Benim yaptığım işlerle ilgili o proje ofisinden bir kuruş para kesmeyeceksiniz, tamamını ödeyeceksiniz. İkinci şartım da şu: Bana o proje ofisine ödediğiniz fiyatın altında bir tutar ödeyeceksiniz.’ Onlara 3 Euro/m2 ödemişler. Bana da 2.80 veya 2.90 gibi bir şey diyeceklerini düşündüm. Toplanmışlar, bana bir tutar verdiler, ‘1.2 Euro/m2’ dediler, yani yüzde 40’ı. ‘Doğru değil bunu içime sindiremiyorum’ dedim. Bir ay geçti ‘Yüzde 60’ dediler. Ben gene sesimi çıkarmadım. Kendi kendilerine yüzde 70’e çıkardılar. En son galiba yüzde 80’e çıkardılar ve hesabı kapattık. Yanlış hatırlamıyorsam bizim açımızdan bu iş 234 bin euro zararla bitti. Ama bina doğruya yakın oldu.”
“O dönemki Türkmenbaşı’nın bir saplantısı vardı: Cepheyi kaplayacak mermerler mutlaka İtalya’nın belirli bir bölgesinden çıkan beyaz mermer olacaktı. Her binasında bunu istiyordu. Ama o mermer çok pahalıya mal oluyor diye bizimkiler orayı Ünye mermeriyle kaplamışlar. Türkmenbaşı açılışa gelmiş, kaplamayı görmüş, çıldırmış. Kapıdan içeri bile girmemiş ve ‘Yıkın bu binayı’ demiş. Yıkmak mümkün değil de, olsa olsa mermerler sökülüp yeniden yapılabilirdi. Ama Üçgen İnşaat da bunu bir onur meselesi yaptı, sökmedi. O da yanlış hatırlamıyorsam 5 milyon dolar kadar parayı ödemedi. Bunun üzerine Üçgen İnşaat İsviçre’de bir mahkemede dava açtı ve kazandı. Türkmenbaşı kaybetmişti ama onun böyle bir davadan haberi dahi olduğunu sanmıyorum. Kazanılan davaya rağmen ödeme yapılmayınca Yeşilköy’deki Türkmenistan uçağına haciz koydular, uçak kalkamadı. Türkmenistan’la iş yapan diğer müteahhitler çok telaşlandılar. Bir gecede kendi aralarında parayı toplayıp Üçgen İnşaat’a götürdüler. Üçgen İnşaat da haczi kaldırdı. Üçgen İnşaat’ın üç ortağından biri Haluk Kaya’dır. Çok iyi bir mühendistir. Çok da inatçıdır. Bunu bir gurur meselesi mi yaptı, başka bir şey mi oldu bilmiyorum. Ama şu var ki, Üçgen İnşaat Türkmenistan’da başka iş alamadı.”
Deprem kuvvetlerinin hesabında Sovyetler Birliği’nin kullandığı yöntemleri Amerika dahil dünyanın çok daha sonra kullanmaya başlayabildiğini vurgulayan Balıoğlu şöyle devam ediyor: “Dünya, taşıma gücü yöntemlerini de Sovyetler Birliği’nden çok sonra öğrendi. Yani onlar hep öndeymiş. O kadar bilgili ve işi bilen insan varken, nasıl olur da Aşkabat’a uygun, Aşkabat’taki değişik zemin cinslerine ve değişik bölgelere göre deprem kaydı olmaz diye hayret ediyorum. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Sovyet ülkelerinde yukarıdan aşağıya bir düşüş yaşatmış. Başka konuları bilmem ama bizim meslekte bu çok açık.”
İstanbul Esentepe’de Maya İş Merkezi var. 1987-1993 arası inşa edilmiş. Oranın statik projesinde imzası olan Balıoğlu, binaya dair bir anekdot paylaşıyor: “Bu ikinci yüksek yapı çalışmamızda, bu tür yapıların statik haricindeki konularda da nasıl bir büyüklüğe karşılık geldiğini öğrenmeye başladım. Örneğin, elektrik mühendisi Bülent Cedetaş bir koordinasyon toplantısında şöyle ilginç bir şey söylemişti: ‘Bu binanın elektrik gücü ne kadar biliyor musunuz? Biz bugünlerde Kütahya şehrinin elektrik dağıtım işlerini yapıyoruz. Bu binanın elektrik yükü Kütahya’nın elektrik gücüne eşit.’ Gözlerim fal taşı gibi açıldı, ‘Biz ne yapıyoruz’ diye düşündüm. Aşağılardaki bir ana trafodan oraya hat çekilmişti. Şimdi o binanın on veya on beş katı büyüklüğünde yüksek yapılar var. Onların elektriği kimbilir nereden gidiyor ve gücü ne.”
“O yıllarda (2010’lar) dünyada performansa dayalı tasarım diye bir konu vardı. Önemli bir konu ama o kadar da değil. Biz üç-dört sene evvelinden bunun eğitimini -hem de en yetkilisinden, Prof. Dr. Nuray Aydınoğlu’ndan- almaya başlamıştık. Tomasetti tasarım için değil, performans analizi yapmak için 300 bin dolar gibi tuhaf bir para istedi. Soyak da bu parayı vermeye razı oldu. Ben ‘Bunu biz de yaparız, hem de daha iyisini yaparız’ dedim. Onlar da yaptı, biz de yaptık. Sonuçlar benzer çıktı. Matematik çünkü, ne olacağı belli. ‘Peki bunun bedeli ne olacak’ dediler. ’Siz takdir edin’ dedim. 100 bin dolar takdir ettiler. Bizim için çok iyi paraydı. Bizim de ilk performans tasarımı işimiz o zaman oldu. Aradan dört-beş yıl geçti, (Berkeley, Kaliforniya’daki yapısal ve deprem mühendisliği yazılım şirketi Computers and Structures, Inc.) CSI’nın kurucusu Ashraf Habibullah Türkiye’ye geldi, performans temelli tasarımla ve kendi programlarıyla ilgili bir seminer verdi. Tomasetti de konuşmacı olarak gelmiş, orada ‘Biz şunu yaptık, bunu yaptık’ diye anlatarak bir rüzgar estirmişler. Nuray Bey de oradaymış. Bizim çocuklar da Nuray Bey’in etrafını sarmış, ‘Bunu biz de yapıyoruz’ demişler. O da, ‘Siz ortaya çıkmazsanız yabancılar gelir ve böyle anlatırlar’ demiş. Bunu hiç unutmuyorum. Zaman zaman, yabancı mühendislik ofisleri bizden çok mu önde diye düşünüyorum, bence değiller. Ama takdim ve satış konusunda çok iyiler. İş yapmak için zengin olmak, para kazanmak için pazarlama bilmek gerek.”
Bu kitabı okumanızı öneririm, hatta çok isterim. Bir öneriyi de bilim insanımızı tanıyan arkadaşlarına yönelik yapayım: İrfan Balıoğlu’na Armağan kitabı hazırlasanız da biz de mühendisimizi daha yakından tanısak. Nasıl olur?
24 Aralık 2023 - 10Haber’de geçen hafta: Orduda garip gelişmeler
17 Aralık 2023 - 10Haber’de geçen hafta: Hakem yumruklama bile bu gündemde tutunamıyor
10 Aralık 2023 - 10Haber’de geçen hafta: Türkiye gündemine deprem arası
3 Aralık 2023 - 10Haber’de geçen hafta: Seçilbank ve ekonomimizin durumu
26 Kasım 2023 - 10Haber’de geçen hafta: Futbolcuların bu kadar paraya ihtiyacı mı varmış?