Çift maç haftası 2’de 0’la bitti
Euroleague'de şampiyonluk kupasını en çok kaldıran kulüp olan Real Madrid bile altyapıda oyuncu yetiştirmek, başarılara kendi kültürünü erken yaşlarda almış oyuncularla ulaşma çabası içinde.
Ne tuhaf… Avrupa basketbolunun en büyük sahnesi Euroleague’de kazanıp taç giyen Real Madrid oldu ama bu sonuç sürpriz sayıldı. Kupayı daha önce 10 kez müzesine taşımış olduğu ve girdiği her yarışta otomatik favori sayıldığı halde, bu yıl belki de ilk kez favori değildi Madrid’in beyazlı takımı… Final Four’a ev sahipliği yapan Kaunas’a direkt uçuş olmadığı, liramızın euro karşısındaki perişan hali de düşünüldüğünde, zamanından ve bütçesinden müthiş fedakârlık yaptığı daha iyi anlaşılan bir avuç Türk basketbolseverin yerinde izleyebildiği, büyük çoğunluğun ekranlardan seyrettiği turnuvada maç sonuçlarını, sahada olup bitenleri, son saniyelerde gelen basketle kupanın Madrid’e gittiğini biliyorsunuz. Bu yazıda ekranda görünmeyenlerden söz etmeye çalışayım biraz…
Kaunas, Litvanya’nın ikinci büyük şehri. Nüfusu 300 bin, aşağı yukarı Sarıyer kadar… Ekonomi, ticaret, siyaset, eğitim, kültür-sanat… Hemen her alanda başkent Vilnius’un bir ya da birkaç adım gerisinde kalmış bir kent. Basketbol hariç! Basketbol deyince akan sular duruyor; bütün dünya Zalgiris’i ve onun formasını giydikten sonra hızla yükselip yıldız katına çıkmış isimleri tanıyor. “Kaunas’ın sosyal yaşamında basketboldan başka bir şey yok” dersek yalan olmaz. Yemyeşil, tertemiz, düzenli, sessiz (belki bazılarına göre ruhsuz) kendi halinde bir Baltık kenti. Litvanyalıların, uslu uslu akıp giden Nemunas Nehri’nin yanıbaşındaki sakin hayatlarında, geçen haftasonunda Akdeniz kıyılarından kopup gelmiş binlerce misafirle birlikte gürültülü bir sayfa açıldı.
Sokaklar, meydanlar, 13 bin koltuklu Zalgirio Arena’ya giden bütün yollar Olympiakos taraftarları sayesinde sürekli dalgalanan kızıl bir denizi andırıyordu. Arada tek tük Real Madrid ya da Monaco formalı birilerini de görebiliyordunuz. Barcelona’yı desteklemekse Kaunas’lılara kalmıştı. Ne de olsa orada iki evlatları vardı: Koç Jasikevicius ve genç oyun kurucu Jokubaitis.
Yarı final günü 5-6 bin arasında diye tahmin edilen Yunan taraftarların sayısı, finalde 8 bine ulaştı. Atina’dan Kaunas’a direkt uçmak mümkün değil ama 100 kilometre uzaklıktaki Vilnius’a son anda düzenlenen charter seferleri, Riga veya Varşova üzerinden gelenler derken, minik kentin tüm restoranları, barları, hatta parklardaki bankları Yunanca tezahürat yapan ve birbirlerine sevgilerini her fırsatta “Malaka” sözcüğüyle ifade eden ateşli bir kalabalıkla doluverdi. Üç gün boyunca tüketilen mebzul miktarda biraya ve binlerce kalbi bir anda kıran son saniye şutuna karşın, herhangi bir taşkınlık veya tatsızlık yaşanmadı.
Sakatlar ve cezalı Yabusele nedeniyle fizik olarak sezon boyu alıştığı çizginin altına düşmüş, takım kimyasını bir ölçüde yitirmiş Real Madrid, nasıl oldu da şampiyon oldu? Şanslı mıydılar? Yoksa biraz kayırılmışlar mıydı? Uzun oyuncu pozisyonunda Tavares’ten başka alternatifi olmayan “çaylak” koç Mateo’nun mecburiyetten başvurduğu “babadan kalma alan savunması”nın turnuvaya damga vurması nasıl açıklanabilir? Bu sorulara yanıt aramadan önce, Zalgirio Arena’nın dışına çıkıp, Kaunas’ın eski bir mahallesine uzanalım…
Bilenler bilir, Euroleague Final Four hafta sonunda Avrupa’nın en iyi 8 genç takımı da aynı şehirde toplanır. Sezon boyu eleme gruplarında sürdürdükleri mücadelenin son etabında şampiyonu belirlemek için karşılaşırlar (Yeri gelmişken bir küçük not: Eskiden burada bizim genç takımlarımız da olurdu. Son yıllarda elemeleri aşamıyorlar. Hatta elemelerde takılan kulüplerden seçilen karma takıma bile Allah rızası için bir sporcu verememişiz.) Haliyle o maçlar, gözlerden uzakta mütevazı bir yerde oynanır. Bu yıl da öyleydi. Bir zamanlar şehrin tek salonu olan Sovyet döneminden kalmış ama başarılı bir renovasyon ile toparlanmış tesiste bambaşka bir heyecan vardı. Adidas’ın sponsorluğundaki Next Generation (Gelecek Kuşak) Turnuvası’nda 2005 ve 06 doğumlu gençler ter döktü. Sonunda kazanan yine Real Madrid oldu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Real, dünyanın en büyük spor kulüplerinden biri, bazılarına göre birincisi… Futbol veya basketbol, hangisi olursa olsun, Avrupa’da ortaya bir kupa konunca onun kulpuna yapışması doğal sayılıyor. Bu arada altyapı yatırımlarını da ihmal etmediğini gösteriyor; sadece İspanya’yı değil, Doğu Avrupa ülkelerini ve Afrika’yı sıkı bir taramadan geçirip geleceğin yıldızlarını henüz 13-15 yaşlarındayken devşirip Madrid’de topluyor. Kaynaklarını yalnızca pahalı transferlere harcamıyor kısacası…
Next Generation Turnuvası’nda kürsünün en tepesine çıkan ekipte Rus oyuncu da vardı, Senegalli de… Daha önemlisi, bu oyuncular sahada Real’in klasik beyaz formasını terletirken tribünde onları yalnız bırakmayanlardı. Hayır, NBA adına dünyanın her köşesini karış karış gezen ve bu yaştaki gençlerin ayakkabı numaralarına kadar her şeyi not eden yetenek avcılarını kastetmiyorum. Real’li gençlerin başlıca destekçileri bir zamanlar aynı armayla unutulmaz maçlar oynamış, kupalar kaldırmış Herreros, Reyes, Angulo gibi eski sporculardı. Kimi şu anda kulübün basketbol şubesinde görev yapan, kimi yalnızca “abi” sıfatıyla Kaunas’a gelmiş olan bu isimler, çok değerli bir tecrübenin kuşaktan kuşağa aktarılmasında başrolü oynuyor. Kulübün DNA’sı bu; yenilgiyi kabul etmemek, skor ne olursa olsun, son saniyeye kadar pes etmemek. Gençler maçında bu detaya tanık olunca, Euroleague finalinde topun el yaktığı dakikalarda Rodriguez gibi, Llull gibi “ocaktan yetişmiş” emektarların bir adım öne çıkarak Real Madrid markasının ne olduğunu ortaya koyan cesur kararlara imza atması da anlaşılır bir şey haline geliyor.
Şimdi diyeceksiniz ki; play-off serisinde ikinci maçın normal süresinden önce tatil edilmesine yol açan kavgayı başlatan da Llull değil miydi? Orada Punter ve Lessort ağır cezalar almasa, Partizan Real’i eleyip, Litvanya biletlerini yırtmayacak mıydı? Haklısınız… Genelde kural ile kural dışı arasındaki ince çizgi üzerinde dans etmeyi seven “olağan şüpheli” Sergio Llull, kaybedilen maçın son dakikasında son kozunu oynayıp rakibi kışkırttı. Öfkesine yenilip tuzağa düşen Amerikalı oyuncularını sonraki maçlarda sahaya sürme hakkından mahrum kalan Partizan, 3-0 galip bitireceği bir seriyi 3-2 kaybederek bu hikâyenin ilk cümlesini yazdı. “Keskin sirke küpüne zarar” atasözünü başka dillere de çevirip yaymak gerekiyor anlaşılan…
İspanyolların Eddy demeyi tercih ettiği Walter Tavares için de ayrı bir paragraf açmak lazım. Real’i her düşüşünde ayağa kaldıran 2.20’lik bu devi, artık herkes iyi tanıyor. Avrupa basketbolunda en çok fark yaratan oyuncunun minicik bir Afrika ülkesinden, nüfusu 500 bini bile bulmayan Cape Verde Cumhuriyeti’nden çıkmış olması da hayli ironik (bugüne kadar bu adalar ülkesinden tanıdığımız tek vatandaş, toprağı bol olsun, Cesaria Evora idi). Basketbol sahaları daha önce de yetenekli uzun oyuncular görmüştü elbette ama bu kadar hareketli, rakibin oyunlarını bu kadar iyi okuyan ve ona göre pozisyon alan, fazla top kullanmadığı halde, bozulup oyundan düşmeden savunmada sürekli maksimum gayret gösteren ve rakiplere boyalı bölgeyi adeta yasak edeni yoktu sanıyorum.
Tavares sayesinde Real alan savunmasını yeniden keşfetti. Aslında burada bir “yumurta-tavuk” ikilemi var. Çünkü uzun oyuncu rotasyonunda eli çok kısıtlı olan koç Mateo, Tavares’i faul sorunundan korumak ve onu daha fazla sahada tutabilmek adına ara sıra alan savunmasına başvurabileceğini, Final Four öncesinde de göstermişti. Rakiplerin ritmini bozmak için başvurulan bu yan yol, Tavares’in sahada her dakika biraz daha büyümesiyle galibiyete açılan ana cadde oldu çıktı. Özellikle de finalin son çeyreğinde…
Dokuz yıldır Euroleague’deki temsilcilerimiz Efes ile Fenerbahçe’den en az biri, bazı yıllarda ikisi birden Final Four’larda yer almıştı. Kaunas’ta Türk basketbolunu temsil eden sadece iki kişi vardı. Real-Barcelona yarı finalinde düdük çalan hakemimiz Emin Moğulkoç ve Barcelona ile yazık ki düş kırıklığına uğrayan milli oyuncumuz Sertaç Şanlı… Takımlarımız burada yer almadığı için mi, yoksa bu yıl maçlar gerçekten çok iyi yönetildiği için midir bilinmez, medyamız ilk kez hakemlere takılmadı. Hiçbirine isim de takılmadı. Bu da teselli ikramiyesi sayılabilir.
⦁ Normal sezonu birinci sırada bitirmek, en istikrarlı, en çok kazanan takım olmak Final Four’da işe yaramıyor. Tek maç üzerinden oynanan yarı final ve finalde kartlar yeniden dağıtılıyor.
⦁ Zor yoldan gelen, uçurumun kenarından dönen takımlar Final Four’da daha şanslı. Hele Real Madrid gibi tecrübeli oyuncusu çoksa; “onu öldürmeyen darbe güçlendiriyor.”
⦁ Avrupa’da şampiyonluk kupasını en çok kaldıran kulüp bile altyapıda oyuncu yetiştirmek, başarılara kendi kültürünü erken yaşlarda almış oyuncularla ulaşma çabası içinde.
⦁ Elinizde bir Tavares varsa alan savunması demode bir fikir olmayabilir.
⦁ Real kazanırken en çok alkışlananlar Rodriguez, Llull ve Fernandez’di; yaşları ilerlemiş İspanyol oyuncular. Diğer tarafta Olympiakos’u finale taşıyanlar da Sloukas ve Papanikolau gibi emektarlardı. Bizim takımlarımızın geçmiş yıllardaki şampiyonluklarında, bu topraklarda yetişmiş çocukların payı yok denecek kadar azdı, maalesef.
⦁ Hiç hakem konuşmadan da bir turnuva izlenebiliyormuş…
⦁ Euroleague yönetimi oynayana ayrı, izleyene ayrı eziyet olan üçüncülük maçından bir an önce vazgeçip, finalden önce 18 yaşındaki gençlerin finalini oynatmalı.